Zirvede Haber

LANGAZA’DAN ÇEŞNİGİR’E

LANGAZA’DAN ÇEŞNİGİR’E

Köy halkında kısa bilgi:

Karacabey’in Çeşnigir köyü tarihi bir Rum Köyüdür. Karacabey ilçesinin kuzey doğusunda ve ilçeye 19 kilometre uzaklıktadır. Çeşnici, Osmanlı saraylarında sultanın yemek ve mutfak işlerini yürüten kişiye denir. Köye Osmanlı Sarayı için sebze ve meyve ürettiği için Çeşnigir adı verilmiş. Köydeki Malta Taşı ocağı uzun yıllar işletilmiştir. 1908 yıllığına göre 90 hane bulunan köyde 1927 yılında Mübadeleyle gelen 304 insan yaşıyordu. Çeşnigir köyü Eski bir Rum-Roma köyü.1837 yılında köyün dışında yapılmış olan Theotokos” kilisesinin sadece kalıntıları vardır. Köyde bugün Mübadele ile Yunanistan’ın Langaza bölgesinden gelen göçmenler yaşamaktadır. Langaza, ATATÜRK’ün annesinin doğduğu ve ATATÜRK’ün çocukluğunun geçtiği köydür. ATATÜRK, dayısının çalıştığı çiftlik bu bölgededir.

 

Langaza yöresinden gelen mübadiller:

Selanik’e en yakın kasaba olan Langaza’nın köylerinde yaşayanlar mübadil Karacabey’in Çeşnigir ve Çamlıca köyleri dışında Bursa il merkezine bağlı köylere ve Demirtaş kasabasına yerleştirilmiştir.

Langaza’nın Cami, Çalı, Çirnal, Çolaklar, Dündarlı, Gırmıç, Kavak, Kuçkar, Nude, Pazarlı, Ramanda,Sufa / Sofos, Uğurlu ve Yaykırı köylerinden gelen mübadiller, Bursa’nın Görükle, Harmanlı, İnesi, İrfaniye, Karacaoba, Karakoca, Seyran, Subaşı,Sufa, Ulubat,Yaylacık

Burada yaşayan Bulgarlar. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı Trakya Yunanistan’a verilince Bulgaristan’a göç etmişler. Bölgede yaşayan Türkler tarım ve hayvancılıkla uğraşırken Yunanlılar ise esnaflık ve ticaret yapıyorlarmış.

*

Beş yıl önce bir arkadaşımla Nilüfer deltasındaki Arap Çiftliği Mevkii’nde kamp yapmak istemiştik. Ama gecikip gece karanlığına kaldığımızdan bulduğumuz kamp yerine rüzgâr nedeniyle çadırlarımızı kuramamıştık. Başka zaman deyip köyüme, Mustafakemalpaşa’nın Güllüce köyüne gidip çadırlarımızı evimizin bahçesine kurmuştu

Arkadaşım Ferhat köyüne muhtar seçildikten sonra yaptığı davetleri sıklaştırdı. Ha bugün, ha yarın derken gidemedik kaldık. Ekim sonlarında son davete evet deyip 24 Ekim Cumartesi günü İstanbul’dan gelen arkadaşımı uğurladıktan sonra Batı Garajı’ndan beni Karacabey’in Çeşnigir Köyü’ne götürecek midibüse binip Karacabey’e doğru yola koyuldum.

Eskiden devekuşu çiftliği, şimdiki at çiftliğinin yanından Çeşnigir’e giden yola saptık. Sarsıla sarsıla yolda ilerledik. İlk durağımız Cambaz köyüydü. Cambaz yolcularını indirdikten sonra yolumuza devam ettik. Köy çıkışında gördüğüm bir ağaç beni şaşkınlığa uğrattı, olamaz dedim. Oturduğum evin yanı taşındığımda boş bir arsaydı. Eski tarlanın şimdiki arsanın yanında meyvesi portakala benzeyen -ama üst tarafı hafif armudumsu olan- bu dikenli ağaca (*) o kadar dolaşmama rağmen ilk defa evime taşınınca rastlamıştım. Arsaya apartmanlar dikilince inşaat alanı dışında kalmasına rağmen dikilecek akasyalar uğruna hepsi kesildi. Kesimi önleyecek çabalarıma kulak verecek bir yetkiliyi bulamadım. Bu ağaçlara daha sonra çalışmak üzere gittiğim Özbekistan’ın başkenti Taşkent’teki bir parkta rastlamıştım. Nereden nereye diyerek yanımdaki arkadaşıma olayı yanımdaki arkadaşlarıma anlatmıştım. Şimdi bu ağacı üçüncü kez görüyordum. Bir sonraki durağımız Çamlıca köyüydü. Çamlıca köyünden sonra 3-4 kilometre mesafedeki Çeşnigir köyüne ulaştık.

Köy girişine yapılmış okul harabeye dönmüş, üstelik bahçesindeki Atatürk büstü ülkemizin “Aydınlanma” projesi gibi hızla solmakta.

Sonunda köy meydanına vardık. Meydandaki caminin yanında iki katlı köy konağı var. Konağın altında köy kahvesi ve bakkalı bulunuyordu. Bakkalın üstü muhtarlık. Köy kahvesinin açık olması köyün hala canlı olduğunu gösteriyor. Kısa bir süre önce Mustafakemalpaşa’ya giderken eski Mustafakemalpaşa yolundaki birçok köyün kahvesinin kapalı olduğunu görmüştüm. Bazıları da usulen açıktı, yani kahvede çay ancak akşamları yapılıyordu. Köylerde ekmek yapımından yıllar önce vazgeçilmiş. Buradaki bakkal da belli saatlerde açılıyor.

Arkadaşım, köy muhtarı Ferhat kahvenin bahçesinde beni bekliyordu. Kucaklaştık, oturup çay içtik. Kahvedekilerle, gelenlerle selamlaştık. Birkaç bardak çay içtikten sonra köyü dolaşalım dedim, o da hadi dedi, kalktık.

Köye adı verilen Çeşnigir, yani Çeşnicibaşı padişahlara değişik tatlar araştırıp bulan, bunları saraya ileten kişilere verilen isim. Demek ki bu yöreden saraya özel yiyecekler, otlar gidiyormuş. Tepenin arkasında Nilüfer deltası var. Ve yelkenliler ilk çağdan bu yana buradan yük alıp giderlermiş. Deltadan saraya bol miktarda balık da gidermiş. Aynı isimli bir köy Sinop ilinin Boyabat ilçesinde de varmış.

Çeşnigir köyü 80 hane. Eski bir Rum, yani Roma köyü. Çoğu zaman bugün Yunanistan dediğimiz “Grece” ülkesinde yaşayan “Grek”lerle karıştırıp Anadolu’nun yerli halkının bir bölümünü “Grece” ülkesine gönderdik. Köyde bazı evler tamir görmediği için çökmüş. Köyde şu anda suyu akmayan üç çeşme Rumlardan kalmış.

 

Bir tanesinin üzerindeki silik kitabede 1922 tarihi vardı. Ferhat Bey’in duyarlılığı kitabeyi yok olmaktan kurtarmış. Taş yollardan köyün üstüne çıktık. Zemini kayalık olan bu yeşil alan harman yeri olarak kullanılmış. Harman yerinin tam ortasında bir direk yükseliyor. Anten direği gibi yükselen bu direk iki yıl önce esen rüzgârı ölçmek için kurulmuş. Ferhat Bey, “ellerinde haritayla gelip yerini işaretlediler” dedi”. Ben de yakında burada bir rüzgâr tribünü görürsünüz” dedim.

Köyün bulunduğu mevkii, arkada sık ağaçlı tepeler, buraların çok eski bir yerleşim alanı olduğunu gösteriyordu. Burada bulunan iki su kaynağı köyün hem içme hem kullanma suyunu karşılıyor. Burada Anadolu’daki pagan dönemden kalan bir ibadet yeri olduğunu sanıyorum. Köyün kilisesi ve mezarlığı buradaymış. Şimdi sadece zemini kalmış, o da toprakla örtülmüş. Sanırım kilise buradaki pagan tapınağın üzerine yapılmış. Tepenin arkasında Nilüfer deltası var. Tepeden inersek Eski adı Arap Çiftliği olan Ekincik köyü ve bir tatlı su gölü var.

“Yarın yürüyüşe çıkıp Orman İdaresi’ne ait yangın kulesinden deltaya ve İmralı Adası’na bakarız“dedik. Ferhat Bey, köyün geliş yolu civarındaki Yel değirmeni mevkiini gösterdi. Burada bulunan eski yel değirmeninin kalıntıları zamanla yok olmuş. Yel değirmeninin bulunduğu tepe Nilüfer vadisine dik konumda, yola yakın kısmında ise tatlı bir eğim var. Burası araştırılsa Akçalar beldesinde bulunanlar gibi tarih öncesi yerleşimlere ait izler bulunabilir. Harman yerinden kahveye inip birkaç çay içtik. Kahvede otururken sözü harap haldeki okula getirdim. Ferhat Bey amacının “atıl durumdaki okulu Çeşnigir ve çevresindeki köylerin (Çamlıca, Cambaz, İnkaya, Balıklıkaya ve Hayırlar) yararlanabileceği bir “Çiftçi Eğitim Merkezi” kurmak istediğini söyledi. “Merkezde tarımda uygulanan yeni teknikler; yeni tarımsal ürün çeşitleri, bunların ekim, bakım ve zararlılarına karşı mücadele tekniklerini ve organik tarım konularında çiftçilerin eğitileceğini” söyledi.   “Bu güzel projen inşallah gerçekleşir” dedim. Sonra kalacağımız eve gittik. Yorgundum hemen yatıp uyudum.

Sabah kahvaltıdan sonra köy kahvesine gittik. Çay içip biraz sohbetten sonra kilisenin bulunduğu harman yerine çıktık. İlk su kaynağının üstüne dallardan yapılmış eski koyun ağılları çökmüş. Su kaynağının üstü kapatılmış ve sterilize edilmiş. Köye gelen göçmenler kaynaktan gelen suyun önüne koyunlar için ilaçlama havuzu yapmışlar. Koyunlarını bu havuzdaki ilaçlı sudan geçiriyorlarmış. İlaçlama havuzunun yanındaki birkaç asırlık söğüt ağacının altı koyunlar için gölgelik oluşturmuş. Kaynak suyu kilisenin yanından köydeki çeşmelere künklerle götürülmüş. Gezdiğim Rum köylerinde kadınların çamaşır yıkaması için yapılmış çamaşırhaneler vardı. Ferhat Bey’e köyün çamaşırhanesini sorduğumda ikinci kaynağın yanında olduğunu söyledi. O da zamanla yıkılmış.

*

Ferhat Bey’le tepelere vurduk.  Kilisenin olduğu yere geldik. Üstü toprakla örtülmüş.  Biraz yukarıda koyunların yıkandığı bir yalak ve koyunlar için Açıkhava ağılı bulunuyordu.

Zamanında devler rüzgâr ölçümü yaptırmış anlaşılan, bir firmanın diktiği rüzgârgülü dikilmiş. Çalıkların arasına daldık. Arada bir çileğe benzer davulga (*) koparıp yiyorduk. Dağ çileği veya kocayemiş diye de biliniyor. Ferhat Bey’in rahmetli amcasının orman içindeki tarlasına ulaştık. Biraz hüzünlendi, “Çocukluğumda buraya çok gelmiştim, yıllardır ekilmiyor” dedi. Bir müddet sonra yolumuzu kaybettik. Dikenli ağaçların arasından giderken her tarafımıza dikenler batıyordu. Sadece gözümüzü korumaya çalıştık.

Davulga

Patika ararken antik çağlardan kalma bir eşek yolu bulduk. Geçmiş yüzyıllarda tepeyi kısa yoldan aşarak iskeleye mal götürmek isteyenler yağışlı havalarda, kış aylarında yük taşıyan eşekleri ve kendileri için merdiven benzeri bir kısmı mermer ve taş parçalarından oluşmuş basamaklı bir yol inşa etmişler.

Antik yoldan tepeye çıktık. Orman içindeki yoldan da yangın gözetleme kulesine çıktık. Gözetleme kulesine gelirken bazı sığırların dolaştığını gördüm. Sahipleri, kendileri beslensin diye salmışlar. Mevsim geldiğinde gelip ahırlara götürüyorlarmış.

Kule bekçisini bulduk. O gün yangın sezonu bitiyormuş, akşam evine dönecekmiş. Orman bekçisiyle çay içtik. Hava pusluydu, İmralı Ada’sını göremedik.

Dönüş yolunda yine fundalıklar arasında kaybolduk. Ferhat’a, “Sel yatağını takip edelim, o bizi düzlüğe götürür” dedim. İnişte bir domuzun çene kemiğini bulduk, dişleri üstündeydi. Biraz sonra başka bir domuzun toprakta açtığı izleri gördük ve doğrusu ürperdik. Yolumuzun üzerinde çok sayıda mantar gördük ve topladık. Sonunda yakındaki Çamlıca köyüne indik.

Köye gelirken önümüzden bir tavuğu kapmış bir tilki önümüzden geçti. Nihayet köye indik. İlk evi geçtiğimizde bir kiliseyle karşılaşınca şaşırdım. Kilisenin etrafındaki eski evler çökmeye başlamış. Kilisenin önünde beş-altı yüzyıllık bir çınar ve vaftiz için kullanılan taş dibek vardı.

Çamlıca köyündeki çınar ve muhtar Ferhat Suvat

Kilisenin mermer girişinin üstündeki kitabe yosunla kaplanmıştı. Çatı çökmüş, bazı yerleri defineciler tarafından tahrip edilmiş.

Çamlıca köyündeki klilisenin içi

Köy meydanına varınca oh çektim. Kahveye zor attık kendimizi. Köy meydanı Çeşnigir köyünde olduğu gibi parke taş döşeliydi. Kahvedekilerle selamlaştık. Köyde yaşayanlar Ferhat Bey’i tanıyordu. Topladığımız mantarları poşetlere koyduk. Birkaç bardak çay içtik. Çamlıca köyü de bir göçmen köyüydü. Mübadelede yerleştirmişler. Onlarda Çeşnigir köyünde oturanlar gibi aynı yöreden gelmişler. Kahveye geldiğimizde saat 14.30 du.3-4 kilometre daha yolumuz vardı. Yürüyüşümüz yaklaşık 5.5 saat sürmüştür. Köyün kenarındaki yel değirmeni mevkiini geçip yolumuza devam ettik. Yol üzerinde güvem denilen meyveyi veren ağaççıklar vardı (***).

Güvem annemin köyünün adıydı. Bu bitki şekere de iyi geliyormuş. Yola devam ettik, bir tarlanın içindeki birkaç yüzyıllık çınarın üst kısmının kesildiğini gördük ve üzüldük. Yolumuzun üzerindeki çeşme başında mola verdik. Çeşmenin üzerinde 1928 tarihi vardı. Yokuş yoldan köye girdik. Okul harabeye dönmüş. Okulun karşısındaki demirci dükkânı da iş yokluğundan kapanmış.

Yorgun argın köyün kahvesinde ulaştık. Bir yandan yorgunluğumuzu giderirken bir yandan da çay içtik. Konuşurken mübadeleyle köye gelenlerden hayatta kalan son mübadil Mustafa Amca kahveye geldi ve kendisiyle tanıştım. Mustafa Amca, köye gelişlerinin hikâyesini anlattı. Hafızasının diriliğine “maşallah” dedim. Mustafa Amca anlatmaya Selanik’ten başladı. “Mübadeleyle köye gelenlerden tek hayatta kalan benim” dedi. Mustafa Amca (Kolay)’dan gelişlerinin öyküsünü anlatmasını rica ettim.

Mustafa Amca, mübadeleyle buraya gelmelerinin öyküsünü anlatmaya Selanik’ten başladı. Ailesiyle Selanik’e yakın Serez yolu civarında Sarıyer köyünde oturduklarını, kavun-karpuz-sebze yetiştirdiklerini, bunları bazen Serez’e, çoğu zamanda Selanik’e götürdüklerini anlattı. “Selanik’te o dönem Yahudi çoktu, bizim ürünleri Yahudi esnafa satardık” dedi.

Anadolu’nun kazandığı İstiklal Savaşı’ndan sonra Yunanistan’da iç kargaşanın arttığını, her yanı çetelerin sardığını söyledi. Köye, padişahın ordusunda görev yapmış, göğüslerinde çaprazlama fişekler bulunan bir grup Çerkesin geldiğini ve kendilerine “Sizi çetelere karşı biz koruruz” dediklerini anlattı.1926 yılında mübadele edileceksiniz diye kendilerine bildiri yapıldığını, çevre köylerden ve Selanik’teki Türklerin gönderilmeye başlandığını ve bir gün köylerine bir grup Anadolu Rumu mübadil olarak geldiğini, evlerinin göçmenlere paylaştırıldığını” söyledi. Yetkililer, ‘Türkiye’ye gönderilecekleri gün gelene kadar beraber oturmamızı“  söylediler ama biz beklemeyip, öküz arabalarına eşyalarımızı yükleyip Selanik’e gittik. Limanın yanındaki Beyaz Kule’nin yanındaki kahvelerde günlerce Türkiye’ye gönderilme sıramızın gelmesini bekledik. Surlar ayaktaydı, çok kule vardı. Sırası gelenler gemilere gruplar halinde biniyorlardı. Kılkış bölgesinden gelenlerde çoktu. Türkiye’ye gideceklere pasaportları verildi. Yunanistan’daki eşyalarımızın çoğunu getiremedik, kimini sattık, kimini limana bıraktık.

Bindiğimiz gemini adı Akdeniz’di, bir de Marakeş adında bir gemi vardı. Üç-dört günlük bir yolculuktan sonra Mudanya’ya geldik. Bizi karşılayan subaylar, asker koğuşlarına ve büyük binalara yerleştirdiler. O zaman daha 11 yaşındaydım. Beraber geldiğimiz çocuklarla Mudanya’nın tepelerini gezerdik. Buradaki mevzilerde götürülmeyip atılmış makineli tüfek bağları (şeritleri) vardı. İçlerinden mermileri alıp, barutlarını çıkarırdık. Çıkardığımız barutları yaktığımız ateşe atıp patlatırdık, en büyük eğlencemiz buydu. Mudanya’da iki-üç ay kaldık. Mudanya’da iken bizi, yani mübadeleyle gelen göçmenleri Mareşal Fevzi Çakmak ziyaret etti, halimizi, hatırımızı sordu. Sonra Mudanya-Bursa arasında işleyen eski bir trene binip Bursa’ya geldik. İstasyonda bizi yine subaylar karşıladı. Arabalarla Muradiye semtine gidip Rumların boşalttığı evlere yerleştirildik.”

Bursa’da önceden kendi imkânlarıyla kaçıp Türkiye’ye gelen Langazalılarla buluşmuşlar. Muradiye’de on-on beş gün kalmışlar Muradiye’ye çıkan değirmenin yanındaki bulunan kışlada bando çalarmış. Çocuklarla toplanıp töreni seyretmeye giderlermiş.

“Kadınlar kaplıcalara gidip hem yıkanırlar hem de çamaşır yıkarlardı. Daha sonra bize yerleşeceğiniz yer hazır” dediler. Bu köye, Çeşnigir’e geldiler, boş evlere yerleştirilirler. Daha sonra Yunanistan’daki mal varlığımız esas alınarak bize toprak dağıtılır. Toprak dağıtılmadan önce kendilerine yeni nüfus kâğıtlarımız verilir.

“Köye geldiğimizde şimdiki caminin olduğu yerdeki kahveyi cami yaptık. Köyde hayvancılık, bostancılık yaptık. Rumlardan kalma bağları devam ettiremedik. Geldiğimizde köyün kilisesi ve duvarla çevrili köy mezarlığı sağlamdı. Kilisenin tunç çanı da duruyordu. Çocuklarla toplanıp, kiliseye gidiyorduk. Burada çana tel veya ip bağlayıp çalıyorduk. Bugün kahvenin karşısındaki evin sahibi mezar taşlarını ve mezarlığın duvarlarını yıkıp inşaatında kullandı. Kilisenin mihrabında Meryem Anamızın güzel bir resmi vardı. Altın sarısı saçları çok güzeldi, gelin gibi duruyordu. Cahillik işte, kilise geldikten on yıl içinde yok olup gitti. Bugün yel değirmeni dediğimiz yerde bir değirmenin kalıntıları duruyordu. Komşu Çamlıca köyündeki yel değirmeni de ayaktaydı. Taşlarının üstünde gezerdik, sonra onu da yıktılar”.  Mustafa Amca, çevrede Rumlardan kalan çok sayıda tarihi kalıntı olduğunu söyledi.

Nilüfer’in denize döküldüğü yerden 500-600 metre içerde İskele köyü/mahallesi varmış. Burada büyük ve tarihi bir camisi bulunuyormuş. Bayram ve Cuma namazları için bu camiye giderlermiş.

İskele, Nilüfer Çayı’nın birleştiği Susurluk Çayı’nın denize Karacabey Boğazı’nda bir yer. Burada Osmanlılar devrinde gümrük noktası bulunuyordu. Bizans döneminde de büyük ihtimalle bir gümrük noktası vardı.

“Karadeniz’den, Rize’den Of’tan Lazlar yelkenli tekneleriyle, motorlarıyla, mavnalarıyla gelip buradan soğan, sebze, meyve ve diğer ihtiyaçlarını alıyorlardı. Tekneler, Ulubat/Apolyont gölüne girip Gölyazı’ya kadar gidiyorlardı. Mustafakemalpaşalı tüccarlar, İstanbul’dan gelen teknelerdeki mallarını Kirmikir köyünde boşaltıp, daha küçük yelkenlilerle şimdi doldurulmuş dereden Mustafakemalpaşa’ya taşıyorlardı. Sonra yelkenliler gelmez oldu. Şimdi orada ne cami kaldı ne evler. Şimdi sadece birkaç balıkçı kulübesi var. Komşu Çamlıca köyündeki kilise cami olarak kullanıldığı için bugüne kalmış.”

“Köyün batısında Ayazma denen mevkide sağlam bir yel değirmeni vardı. Halit Dayım oradan bulgur öğütme değirmeni-taşı- getirmişti. O bölgede karaağaç çoktur. Askeri birliklerin mola yeriymiş burası, sap çekerken bizde burada mola verip, burada dinleniyorduk.  Seferberlikte altı yıl askerlik yaptım. Bizim köyün gençleriyle önce Balıkesir’e gittik. Üst-baş yok, elbise-ayakkabı yok. Bitlerden zor arınıyorduk. Burada bir buçuk-iki yıl kaldıktan sonra Çanakkale’ye gönderildik. Burada da iki yıl kaldıktan sonra Gelibolu’ya gönderildik. İki yıl burada kaldım, terhis oldum.”

Yunan işgali sırasında Karacabeyliler çok eziyet görmüş. Hem Yunanlılar’dan, hem Anzavur Ahmet Bey’den. Osmanlı ordusunda jandarma binbaşısı olarak görev yapan ve sonra emekliye ayrılan Ahmet Bey, paşa unvanıyla asker toplar. Amaç milli mücadeleyi destekleyen Güney Marmara’nın İstanbul’a boyun eğdirilmesidir. Bu amaçla bölgedeki şehirleri ele geçirip Bursa’ya doğru harekâtını sürdüren Ahmet Paşa, Karacabey’i, o zamanki adıyla Mihalıç’ı ele geçirir. İlçe müftüsünden destek ister. Müftü Mustafa Fehmi (Gerçeker), isyancılara destek vermeyip aksine Ankara hükümetini desteklemeyi sürdürür. Asilerden gördüğü eziyet sonucu günlerce hasta yatar. Mustafa Fehmi Gerçeker, Kurtuluş savaşı sürerken önce Şeriye Bakanı, sonra Diyanet İşleri Reisi oldu, oğlu Tevfik Gerçeker de Diyanet işlerinde görev aldı.

İşgal sırasında köylere kaçan bir kısım ahaliye Yunan askeri ateş açmış, Taşlık köyünde yedi kişi ölmüş. Karacabey’den çekilen Yunanlılar kenti ateşe vermişler. Kentin büyük kısmı, bu arada Karacabey’in en büyük hanı olan Galip Paşa Hanı da yanmış. Karacabey’in varlıklı ailelerinden olan Galip Paşa, Ethem Bey’in geldiği sırada Kuvayı Milliye için toplanan yardıma küçük miktarda para vermiş. Bu miktar az diyen Ethem’e yardıma katılmak gönüllü değil mi? ben bu kadar veriyorum deyip, kafa tutmuş. Ama hapsedilince Ethem Bey’in kendisi için biçtiği cezayı ödemek zorunda kalmış.

Mustafa Amca, Karacabey’deki sıtmaya sebep olan Azmakları kurutan Arap Kaymakam’ın unutulmadığını söylüyor. Yıllar sonra Karacabey’e davet etmişler.   “Uzun boylu, zayıf biriydi, iyice yaşlanmıştı” dedi Mustafa Amca. Derne’de doğan ve Kuloğullarına mensup Sadulllah Bey (1886-1952), babası tarafından İstanbul’daki aşiret okulunda okutulur. Kaymakam olarak ilk görev yeri Derne’dir. Anadolu’da çeşitli ilçelerde kaymakamlık yapmış. Milli Mücadeleye destek vermiş. 1931 yılında İznik’te kaymakamlık yaparken bağcılığı geliştirmiş ve buradan Karacabey’e gelmiş.

Karacabey kaymakamlığı döneminde, yörede koyunlarda baş gösteren salgın hastalığı berteraf etmiş ve bölgede hayvancılığın geliştirilmesi için çaba harcamış. Üzerinden salla geçilen nehre, Kocasu’ya bir köprü yapmak için kolları sıvadığında ise, yol yapılırsa saldan aldıkları para kesilecek olan salcılar tarafından Ankara’ya şikâyetler gitmiş.

“Uzun yıllar Panayır Yeri adıyla anılan alanda o dönemde azmaklar ve bataklıklar vardı.    Bu bataklarda milyonlarca sivrisinek ürüyor, akşamları poyrazın hafiflemesiyle kasabayı ve köyleri istila ediyordu. İnsanlar sıtmadan kırılıyordu. Arap Kaymakam Sadullah Bey (Yazar Doğan ve Orhan Koloğlu kardeşlerin babaları) bu batakları doldurtup, kuruttu. Sonraları onun Libya’nın ilk Başbakanı olduğunu işittik”.

O dönemde Karacabey halkı, köyleriyle yoksulluk içinde olmasına rağmen Tayyare Cemiyetine yaptıkları bağışlarda bir savaş uçağı almıştır. Karacabey adı verilen uçak orduya hediye edilmiş. Mustafa Amca, “Bir gün teşekkür için bu uçağın ilçemize geleceği duyuruldu. Sevinç ve merakla bu kurutulmuş alana koştuk. Uçak gürleyerek geldi, alçalarak, üzerimizde dönmeye başladı. Sonra Panayır yerine indi, pilot alkışlarla çıktı, kucaklandı, omuzlara alındı. Burada konuşmalar yapıldı.

Haziran sonunda başlayıp, temmuz, ağustos ayları boyunca Panayır alanında yüzlerce harman kuruluyordu. Her bahar 26 Mayıs’ta burada bölgenin en büyük panayırı kuruluyordu. En büyük hayvan pazarı buradaydı. Esnaf ürünlerini sergiler, çadır tiyatroları kurulur, çeşitli gösterilerle halk eğlenir, ticaret yapılırdı. Yıllar sonra bu panayır, sonbaharda da kurulmaya başladı. Panayırdan bir gün önce kurulan çardakların altında halk toplanır, yağlı pehlivan güreşleri ve at yarışları yapılıyordu.”

Sonra tekrar Selanik’teki anılarına döndü. Amcam Serez’li Ali Hoca’ydı, ama iyi güreş yapardı. Serez’deki müsabakalarda bir manda kazanıp getirmişti. Bana1330 doğumluyum dedi. Komşu köylerde yaşayan Yunanlılar için “Onlar da iyi insanlardı. Bizim gibi Allah’a inanırlardı. Onlar bizim tarlalara hiç girmezlerdi, ama biz onların girerdik” dedi. Mustafa Amca Atatürk’ü çok seviyor. Torununun kendisine Atatürk ile ilgili bir şiir okuduğunu anlatırken gözleri doluyordu.

 

*

Yıllar sonra köyden bir iş adamı çıktı, Nazmi Kırımcı. Bu iş adamı yurtdışına ürettiği makine ve ferforgeleri satmaları için bayilik vermektedir. Yunanistan’da da bir bayisi vardır, Selanikli Kosta.  Yedi yıl önce bayisiyle ürünlerin gelecek yıldaki satış politikasını konuşmaya Selanik’e gider. Kosta, Nazmi Beyin Selanik yöresinden gittiğini sohbet sırasında öğrenmiştir. Sabah kahvaltısında birden “HADİ SİZİN KÖYE GİDELİM”der. Beraber yola çıkarlar ve Langaza’ya ulaşırlar. (Muhacirler buraya Langada diyorlar). Langaza yaklaşık sekiz-on bin nüfuslu küçük bir kasabadır. Şehir meydanına geldiklerinde, Nazmi Bey, “Kimseye sorma, sana yolu ben tarif edeceğim, şimdi meydandan sağa dön”. Babaannesinin yıllar boyu her gece ona anlattıkları sırayla aklına gelmektedir. Babaannesi “Deden, sabah erken Langaza’ya gider; öğleden sonra gelirdi. Gece Langaza’nın ışıklarını görürdük. Selanik’e gittiği zaman gece gelirdi”. Nazmi Bey, “Kosta iki-üç kilometre sonra karşımıza dere ve köprü çıkacak, bizim topraklarımız oradaydı” diye yolu tarife devam eder. Biraz sonra köprü karşılarına çıkar, Sarıyer köyüne ulaşırlar. Köyleri Çeşnigir köyü gibi sırtını tepeye vermiştir. Babaannesinin “İlk gelen göçmenler köyün altına yerleştirildiler” dediğini hatırlar. Kosta yaşlı bir köylüyle konuşur, yaşlı köylü Türkçe “Hoş geldiniz, sizin evler iki-üç kilometre yukarıdaydı, ama çoğu yıkıldı”. Gerçekten yamaçta sadece üç ev kalmıştır. Nazmi Bey’in ailesinin oturduğu ev yıllar önce yıkılmıştır. Ayakta kalan evlerden birisi yakın akrabalarına aittir. Evlerin birinde oturan yaşlı Rum’a “şurada bir mezarlık olması lazımdı, ne oldu?” diye sorar. Yaşlı Rum; “Evet, geldiğimizde vardı, ama sonra ortadan kaldırdık” diye cevap verir. Babaannenin anlattığı çeşmeden kana kana içilen sudan sonra Selanik’e dönerler. Nazmi Bey, “Köyümüzde benden başka eski topraklarına giden olmadı “dedi. Anılar yaşlılarla birlikte unutuldu gitti.

Temettuat defterlerinde Çeşnigir köyü:

1844 temettuat defterine göre Rum köyü olan Çeşnigir çoban kırı, yani sarayın çoban köylerindendi. Deftere göre, 56 haneli köyde 9 hanenin toprağının on dönümden az olduğu, sığırtmaç Nikola’nın hiç arazisi olmadığı görülüyor.  Hane başına otuz dönüm arazi olduğu, bu arazinin yarısının ekilmeyip nadasa bırakıldığı anlaşılıyor.

Temettuat defterine göre 734 dönüm arazi ekilmiş, 731 dönüm arazi ise nadasa bırakılmıştır. Köyde iki hanede öküz olmadığı görülüyor. Birisi tüccar Panaki ve Yeniceli Karanfil. Tarla sürmek ve nakliyede kullanılan öküzler hane başına 1-4 arası. Batak olmadığı için köyde manda yok. Ayrıca çok sayıda at bulunan köyde eşek yok.

1844 temettuat defterine göre köyde İki hane koyun besliyor Çakırköylü  Dimitraki ve Türkçe bilmez oğlu Kostanti. Çok sayıda ailede keçi bulunuyor. Köyün geliri 173149 kuruş. 16242 kuruş aşar ve 15911 kuruş vergi ödenmiş. Hane başına düşen ortalama gelir 3091 kuruş, ortalama vergi 300 kuruş.  Köydeki 119 erkek toplam 468 kuruş cizye ödemişler.

Köyde 1835 yılında kilise papazı Vasil oğlu Niko, muhtarsa Yorgi oğlu Tanaş. Köydeki kilisenin komşu Çamlıca’da 1837 yapılan kiliseye istinaden, 1837 yılında yapıldığı sanılıyor.

1844 tarihli bir evrakta vekil Vasil ve vekil Yorgi’nin Çeşnigir köyü vergilerine yapılan zammın düşürülmesi talebi olduğu görülmüştür.

Çamlıca Köyü:

Rum ve Türklerin ortak yaşadığı köylerden birisi Çamlıca köyüdür. Temettuat defterlerine göre derbençi köyler arasında bulunan Köyde 42 Hane Rum, 22hane Türk bulunuyormuş. Rum köyü iken 30 kişi Drazali derbentini korumak için yerleştirilmiş.

1908 yılında 83 hane olmuş. Köyde bugün harap halde olan ve geçmişte cami olarak kullanılan Hagios Georgios kilisesi bulunuyor. 1844 temettuat defterine göre kilisenin papazı Apostoli İsaki, muhtarı ise Estradi Kosta’ymış.  Köyde 536 dönüm ekiliyken, 549 dönüm nadasa bırakılmış. Köyden 14881 kuruş aşar ve 12261 kuruş vergi alınmış. Ayrıca 3300 kuruş cizye vergisi alınmış. Köyde o tarihte var olan yel değirmeni ellili yıllarda yıkılmış.

*

Başka bir belgede Çeşnigir ile ilgili başka bir belgeye ulaştık. Yeniçeri ocağına alınan devşirmeler yani acemioğlanlar eğitilmek için Bursa’daki Müslüman köylere dağıtılıyorlardı. Yeniçerilerin zaman içinde evlenmelerine izin verilmişti. 1573 yılında Kanlıçukur köyünde yaşayan acemi oğlan Mehmet, bu köyde yaşayan iki Süleyman’ın kızını kaçırdığı kayıtlara geçmiş.

KAYNAKÇA:

-Kaplanoğlu, Raif, Bursa’da Yer Adları Ansiklopedisi, Bursa-1996, Bursa Ticaret Borsası Kültür Yayınları

-Yalazı, Şaban, Karacabey, İstanbul-2009. İkinci Baskı-Kendi Yayını

-Yalazı, Şaban, Nüfus ve Temettuat Defterlerine Göre 19.Yüzyılda Karacabey’in Toplumsal ve Ekonomik Yapısı, s.168-172, Bursa-2016, Avrasya Etnografya Vakfı Yayınları

Sözlü kaynaklar:

-Ferhat Sıvat

-Mustafa Kolay

-Nazmi Kırımcı

*

(*)Meyvaları portakala benzeyen ağacın isminin yabani portakal olduğunu öğrendim.

(**) Davulga –Kocayemiş, çilek ağacı

(***) Güvem – Yabani erik, çakal eriği

 

Ekrem Hayri Peker

ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ