Kapıdaki Kurucu, İçerideki Boşluk: BAL-GÖÇ’te Bir Kırılma Günü

  • 29 Aralık 2025
Kapıdaki Kurucu, İçerideki Boşluk: BAL-GÖÇ’te Bir Kırılma Günü

Rafet ULUTÜRK – BULTÜRK Derneği Genel Başkanı, Araştırmacı Yazar

BAL-GÖÇ’ün 20. Olağan Genel Kurulu, yalnızca bir seçim değil, bir zihniyetin ve anlayışın turnusol kağıdı oldu. Bu tarih, dernek takvimine “genel kurul” olarak geçse de, toplum hafızasında “kırılma günü” olarak yerini aldı.

Çünkü burada mesele, salt bir başkan ya da yönetim değişikliği değildi. Mesele;
– Kimin sesi duyulur,
– Kimin fikri yok sayılır,
– Kimin bu yapının kurucusu olduğu unutulur hale geldiği meselesiydi.

Kongrede yaşananları özetleyen en çarpıcı ifade ise:
“Kendi kurucusunu kapıda sorgulayan bir düzen, meşruiyetini içeride kaybetmiştir.”

Bazı katılımcıların ifadeleri durumu net olarak ortaya koyuyor:
“Misafir olarak gitmek istedim. Değişim, yenilenme dedim. Ama bu yüzden içeri alınmadım.”

Bu olay; sivil toplumda “aidiyetin”, “saygının” ve “meşruiyetin” ne derece yıprandığını da gözler önüne serdi. BAL-GÖÇ gibi yılların kurumsal yapısına sahip bir derneğin, kurucu isimlerine dahi kapılarını kapatması, içerideki boşluğu daha da büyütmüştür.

Artık mesele sadece bir yönetim sorunu değil; bir anlayış ve vizyon meselesidir.

Kapıdaki Kurucu ve İçerideki Boşluk: BAL-GÖÇ’te Bir Kongrenin Ardından

Bazı günler vardır; bir derneğin takviminde sıradan bir “genel kurul” olarak yer alır ama bir toplumun hafızasında başka bir adla anılır: Kırılma günü.
BAL-GÖÇ’ün 20. Olağan Genel Kurulu da tam olarak böyle bir güne dönüştü.

Çünkü mesele bir seçim sonucu değildi.
Mesele; kimin sözünün geçerli sayıldığı, kimin “yok” hükmünde görüldüğü ve en önemlisi kimin kapıdan çevrildiği meselesiydi.

O gün yaşananları tek bir cümlede özetlemek mümkündür:
Kendi kurucusunu kapıda sorgulayan bir düzen, kendi meşruiyetini içeride kaybetmiştir.

“Misafir olarak bile alınmadık”

Kongreye gidenlerin anlattıkları, basit bir şikâyetin ötesinde bir ruh hâlini yansıtıyor:
“Misafir olarak gittim; değişim ve yenilik gereklidir dediğim için içeri alınmadım.”

Bu, sıradan bir güvenlik uygulaması olarak geçiştirilemez.
Çünkü dernek dediğiniz yer bir kamu kurumu değildir; dernek, üyelerinin ve temsil ettiği kitlenin nefes aldığı sivil alandır. Bir görüş belirtmek, eleştirmek, değişim talep etmek dernek hayatının doğasıdır.
Normal olanın “risk” sayıldığı yerde artık sivil alan yoktur; korku alanı vardır.

Daha da ağır olan iddialar var:
Aidatını ödediği hâlde listelerde yer almayan üyeler, reddedilen itirazlar, keyfî biçimde engellenen girişler… Yüzlerce insanın yağmur altında dışarıda bırakıldığı söyleniyor.
Bu tablo “organizasyon aksadı” diyerek açıklanamaz.
Bu, tekil hataların toplamı değil; bir yönetim anlayışının sonucudur.

Hazirun listesi değil, hafıza listesi

21 Aralık’taki ilk oturumda tutanağa geçmiş hazirun sayısının, seçim gününde hiçbir şeffaf açıklama yapılmadan artması teknik bir ayrıntı gibi sunulabilir. Oysa bu siyasetin en yalın hâlidir:
İrade, sayılarla yeniden yazılır.

Kâğıt üzerindeki listeler değişince hafızanın da değişeceği sanılır. Oysa toplum dediğiniz şey listelerden ibaret değildir.
“Kim geldi, kim giremedi, kim dışarıda bırakıldı?” sorularının cevabı yıllarca konuşulur.
BAL-GÖÇ gibi tarihî yük taşıyan yapılarda ise bu sorular sadece bugünü değil, davanın onurunu ilgilendirir.

Kapıdaki sahne: “Ben kurucuyum evlat”

Bir an…
Bir sahne…
Belki de her şeyin özeti.

Girişte yaşlı bir amca kimliğini uzatıyor.
Görevli soruyor: “Aidat ödediniz mi?”
Cevap kısa ve sarsıcı:
“Ben kurucuyum evlat.”

Bu bir statü cümlesi değildir; bu bir kimlik cümlesidir.
Kurucu demek yalnızca imza atan kişi değildir. Kurucu demek; fikri ortaya koyan, bedel ödeyen, ilk yürüyüşü başlatan, hafızayı taşıyan insandır.

Ve bugün hayatta kalan iki kurucudan biri, kendi kurduğu derneğin kapısında sorgulanıyor.
Hatta “tehlikeli” muamelesi gördüğü ima ediliyor.

Artık burada seçim konuşulmaz.
Bu noktada mesele haysiyet meselesidir.

Kurucuyu kapıda durduran anlayış, yarın sıradan üyeyi de durdurur.
Bugün “kurucu tehlikeli” diyen, yarın “eleştiren tehlikeli” der.
Sonra “soru soran”…
Ve en sonunda dernek, halkın değil korkunun yönetildiği bir binaya dönüşür.

“Polis istendi” iddiası: Dernek halktan mı korkar?

Bir başka ağır iddia da şu: “Her adımda polis istendi.”

Elbette güvenlik bir tedbirdir. Ancak güvenliğin diliyle yürütülen bir kongre, sivil bir buluşma olmaktan çıkar.
Dernek dediğiniz yapı, üyeleriyle güven ilişkisi kurar.
Üyeyi potansiyel tehdit gibi gören bir yönetim, aslında şunu itiraf eder:
“Ben bu kitleyi ikna edemiyorum.”

İkna edemeyenin elinde iki araç kalır:
Ya kapıyı tutar, ya sesi kısar.
O gün kapının tutulduğu hissi, insanların hafızasına kazındı.

Siyaset meselesi: Taraf olan başkan, camiayı böler

Kongre sonrası tartışmaların merkezinde bir başka kritik konu var: siyasi duruş.

Altı net çizilmesi gereken bir ilke şudur:
Balkan Türklerini temsil eden bir dernek başkanı, bir siyasi partinin üyesi olamaz olmamalıdır.

O başkan bütün partilere eşit mesafede durmalıdır.
Üyelerinden aday olanları destekleyebilir; ama kendisi bir partinin siyasi aktörü hâline gelirse, temsil ettiği camiayı böler.

Bölünen camia, dışarıdan yönlendirilmeye açık hâle gelir.
Tarih bize defalarca gösterdi:
Bir camia önce bölünür, sonra “temsil ediliyor” sanırken temsilsiz kalır.

Mümin Gençoğlu’nun davası: Sessiz bitirişler.

Bugün yaşananların sadece bugüne ait olmadığı da konuşuluyor:
“Bu süreçle Mümin Gençoğlu’nun davası sessizce bitiriliyor; farkında olan yok.”

İsimler değişebilir. Mesele isim değil.
Mesele, davanın özünün yavaş yavaş içinin boşaltılmasıdır.

“Balkan” denip Balkan’ın ruhu taşınmıyorsa,
“Göç” denip göçün hafızası korunmuyorsa,
Bulgaristan denip Bulgaristan’daki bedeller hatırlanmıyorsa…

Bu unutma değildir.
Bu, unutmaya zorlamadır.

Unutmaya zorlanan toplum itiraz edemez.
İtiraz edemeyen toplum yönetilir.
Ve bir gün gelir, kendi kapısında kurucusunu bile kaybeder.

“BAL-GÖÇ alınmalı” ne demek?

“Kurucu amcayla birlikte BAL-GÖÇ’e girilmeli ve alınmalı” sözleri öfkenin ifadesidir. Anlaşılır bir öfke.
Ama bu öfke, meşru ve barışçıl bir mücadeleye dönüşmelidir.

“Almak” kapı kırmak değildir.
Kurumsal iradeyi geri almak demektir.

Bu da şunları gerektirir:

Üyelik ve aidat süreçlerinin bağımsız denetime açılması

Hazirun listelerinin şeffaf biçimde ilan edilmesi

Kongre süreçlerinin açık ve bağlayıcı kurallarla yürütülmesi

Kurucuların ve emek verenlerin onurunun kurumsal güvence altına alınması

Derneğin siyasi tarafsızlığının yazılı ve bağlayıcı hâle getirilmesi

Bunlar “kural” gibi görünebilir.
Oysa bunlar, kapıdaki kurucuya çarpılan “giremezsin” duvarını yıkmanın tek meşru yoludur.

Cesaret nedir?

“Birkaç yürekli insan yeter” denir. Doğru.
Ama cesaret bağırmak değildir.
Cesaret belge toplamaktır, doğru yere itiraz etmektir, kamuoyunu bilgilendirmektir.
Sükûnetle ama kararlılıkla yürümektir.

Çünkü en büyük güç şudur:
Haklı olana yakışır şekilde mücadele etmek.

Kurucu amcayı asıl inciten kapıdaki görevli değildir.
Asıl inciten, içerideki sessizliktir.

O sessizlik bozulduğunda, bir dernek yeniden dernek olur.

Kurucu amcaya “aidat ödedin mi?” diye sorulan an, yalnızca bir kişiye yöneltilmiş bir soru değildir.
O soru Balkan göçmenlerinin tarihine sorulmuştur:
“Sen bu binaya ait misin?”

Cevap nettir:
Bu binayı var edenler, bu davayı taşıyanlar, bu toplumu ayakta tutanlar aittir.

Ve bir yönetim kendi kökünü reddederse, köksüz kalır.

Bugün yaşananlar bir “kongre gerginliği” değil; açık bir kimlik krizidir.
Bu kriz ya daha da derinleşecek ya da kurucuların onurunu merkeze alan bir yeniden kuruluşla aşılacaktır.

Şu gerçek artık açıktır:
Üyelerinden korkan bir lider, lider olamaz.
Bu anlayışla dava bitmiştir.

Halk, hayatta kalan iki kurucunun arkasında dimdik durmalıdır.
Çünkü bu dernek onların evidir.
Ve bir insan, kendi evinde hesap sorma hakkına her zaman sahiptir.

ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ