Ölümün Gölgesinde Yaşamak
Zeki Baştürk – Bursa Vatan Medya Köşe Yazısı
Bir ülkede art arda sıralanan haber başlıkları bazen tek bir kelimenin farklı yankılarına dönüşür: ölüm.
Otelde yangın çıkar; ihmallerin kıvılcımı onlarca canı kül eder.
Bir fabrikada patlama olur; eksik sıkılmış bir vida yüzünden.
İş kazasında bir işçi hayatını kaybeder; çünkü “zaman nakittir” anlayışıyla en ucuzun insan olduğu çoktan kabullenilmiştir.
Bir uçak düşer, trafik kazasında aileler yok olur, deprem şehirleri yerle bir eder, orman yangınlarında sadece ağaçlar değil, kuşlar, hayvanlar ve insanlar da birlikte yanar.
Cinayet haberleri ise sıradanlaşır; bültenlerde ölüm, sanki bir hava durumu raporu gibi okunur.
Ama bir şey daha olur…
Çocuklar ölür.
Fabrikada çalışırken, maden ocağında kaçak mesai yaparken, daha okula gitmesi gereken yaşta umutları gömülür karanlığa.
Kadınlar ölür.
Evde, sokakta, iş yerinde… Korunmaları gereken yerler en büyük tehdit alanına dönüşür.
Listeye bir isim daha eklenir, ekranlara bir fotoğraf daha düşer.
Bu toplumda hafıza dolmaz.
Çünkü bizim belleğimiz bir kazı alanı değil; sürekli üstü örtülen, kanayan bir yaradır.
Ve biz, her haberde o yaranın biraz daha derinleştiğini izliyoruz…
Sessizce. Alışarak. Unutarak.
ÖLÜM BU DENLİ UCUZ MU?
Her gün bir ölüm haberi ile uyanıyoruz. Haberlerde ölüm, gazete sayfalarında ölüm, ekranlarda ölüm.
Bir ülkede ardı ardına sıralanan haber başlıkları, tek bir sözcüğün farklı gölgeleri gibi görünmeye başlar: ölüm. Otelde yangın çıkar, ihmalin kıvılcımları onlarca canı kül eder. Fabrikada patlama olur, bir vida eksik sıkıldığı için. İş kazasında bir işçi ölür, çünkü “zaman nakittir” denirken en ucuz olanın insan olduğu çoktan kabul edilmiştir. Bir uçak düşer, trafik kazasında bir aile yok olur, depremde şehirler göçer, orman yangınlarında kuşlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlar birlikte yanar. Cinayetler öylesine sıradanlaşır ki, haber bültenleri bile ölümü bir hava durumu gibi okur.
Ve bir şey daha olur: Çocuklar ölür. Fabrikada çalışırken, maden ocağında kaçak mesai yaparken, okula gitmesi gereken yaşta umutları gömülür karanlığa. Kadınlar ölür; evde, sokakta, iş yerinde… Korunması gereken yerde en çok tehdit edilirler. Bir isim daha eklenir listeye, bir fotoğraf daha düşer ekranlara. Toplumun belleği dolmaz, çünkü belleğimiz bir kazı alanı değil; sürekli üstü örtülen bir yaradır.
Bunca ölüm karşısında asıl soruyu artık fısıldamak bile ağır geliyor: Ölüm bu kadar ucuz mu?
Sanki bu ülkede yaşam, bir sözleşmenin en alt satırına küçücük harflerle yazılmış “risk kullanıcıya aittir” maddesi gibi. Yaşam herkes için eşit değil; kimi doğduğu andan itibaren hayatta kalmak için savaşmak zorunda. Ve her kayıpta, her çöküşte, her enkazda gerçekte yalnızca bir kişi ölmüyor: Biraz da biz ölüyoruz. Umudumuz eksiliyor, dayanma gücümüz zayıflıyor, geleceğe duyduğumuz inançta yeni bir gedik açılıyor.
Oysa ölümün bu denli ucuz olmasının tek nedeni yazgı değil. İhmal var, denetimsizlik var, ciddiye alınmayan uyarılar, ertelenmiş sorumluluklar, “bize bir şey olmaz” rehaveti var. İnsan yaşamını maliyet kalemi olarak gören bir anlayış var. Ve en kötüsü de, alışmak var. Alıştıkça ölümü çoğaltıyoruz.
Belki de bu yüzden her ölüm haberinde içimizde bir ses, yorgun bir isyanla tekrar ediyor: “Yine mi?” Oysa bu sorunun gerçek anlamı şu: Biz ne zaman yaşamı ciddiye alacağız?
Çünkü bir toplum, ölümlerle sınanmaz; ölümlerden sonra ne yaptığıyla sınanır. Söz bitince, alışkanlık başlayınca, işte o zaman gerçekten yok oluyoruz.
Her ölümle biraz daha ölüyoruz derken abartmıyoruz. Çünkü yaşam ortak bir kaptır: Bir damlası gitti mi hepimizin payı azalır. Sonunda geriye bir soru kalır yalnızca: Biz bu denli ucuz bir yaşamı gerçekten hak ediyor muyuz?
Zeki BAŞTÜRK