Topuklu/Topuklayan Efe’den Besihaneye: Siyasetin Çöküş Rotası

Bursa Vatan Medya Grubu Köşe Yazarı Hasan Kaya’dan Sert Kalem:
Toplumun hafızasına kazınan, yılların süzgecinden geçmiş bir atasözüyle başlıyor Hasan Kaya’nın yeni yazısı: “Rüzgâr eken, fırtına biçer.” Yazar, bu sözü yalnızca bir uyarı değil, aynı zamanda bugünkü siyasal yapının aynası olarak sunuyor.
Kaya, Türkiye’de siyasetin başlangıçta umut, samimiyet ve memleket sevdası ile çıktığı yoldan nasıl saptığını, kokuşmuşlukla nasıl bir “besihaneye” dönüştüğünü çarpıcı bir dille gözler önüne seriyor. Yazısında şu ifadeler dikkat çekiyor:
“Siyaset meltem gibi başlar. Serinletir, canlandırır. Ama menfaat kokusu rüzgârın yönünü değiştirir. Başta omurgalı, mert görünenler; çıkar ilişkileriyle eğilip bükülür. Yol arkadaşları yolda değişir. Dava yerini, rant alır.”
Yazar, “topuklu efe” olarak yola çıkanların “topuklayan, kaçan, sorumluluktan uzaklaşan” yapıya evrilmesini ibretlik bir tablo olarak nitelendiriyor. Liyakatin yerini sadakatin aldığı, hak edenin değil biat edenin ödüllendirildiği bir sistemin çöküşe mahkum olduğunu ifade ediyor.
Kaya’nın en çarpıcı tespitlerinden biri ise siyasetçilerin “besihane gibi yetiştirilip, kontrol altında tutulması” metaforu. Siyasetçilerin artık fikir üretmediğini, sadece bir yerlerden gelen komutları uygulayan figüranlara dönüştüğünü vurguluyor.
Yazı, okuyucuya şu net mesajla kapanıyor:
“Siyaset millete hizmet değil, millet üzerinden kazanç devşirme aracına dönüştüğü an, artık fırtına zamanı gelmiş demektir. Toplum bu fırtınadan ya uyanır ya da yerle bir olur.”
Hasan Kaya, her satırında sarsıcı bir uyarı, karanlığa karşı bir fener tutuyor. Mevcut düzene çomak sokuyor ve esas olanın halkın iradesi, şeffaflık ve adalet olduğunun altını kalın kalemle çiziyor.
Tazının tamamı…
Hasan KAYA
Topuklu/Topuklayan Efe’den Besihaneye: Siyasetin Çöküş Rotası
Atalarımız, kötü niyetle atılan her adımın zamanla daha büyük ve yıkıcı sonuçlar doğuracağını, kötülüğün de kötü niyetliye döneceğini “Rüzgâr eken, fırtına biçer.” atasözüyle öz ve net bir şekilde anlatmışlardır. Hayatın her safahatında geçerli olan bu atasözü, bugün Türkiye’nin siyasal ikliminde yankılanıyor ve gerçekleri bütün çıplaklığı ile şamar gibi yüzümüze vuruyor.
Aslında siyaset, ülkemizde ilk başlarda samimiyetle büyük ümitler, gayretler ve güzel ideallerle başlayan bir yolculuktur. Başlangıçta meltem rüzgârı gibi hafif ve umut doludur. Ancak zamanla yola çıkılan kadrolar, yolda bulunanlarla değiştirilir.
Bu değişim sonrasında da “Dağdan gelenlerin bağdakileri kovduğu” gerçeği ile iktidar ganimetlerini toplamak için kervana yarı yolda katılanların işgüzarlıkları ile rüzgârın yönü ve şiddeti değişir; yönünü şaşırır, istikameti değişir; kontrolsüz bir şekilde şiddetlenir ve fırtınaya dönüşür. İnsanları, kurumları, değerleri hallaç pamuğu gibi savurur. İşte son günlerde yaşananlar, geçmişte yapılan yanlışlarla estirilen rüzgârların şimdi sert ve sarsıcı biçimde geri döndüğüne şahit oluyoruz. Rüzgâr ekenlerin fırtına biçtiği, kurunun yanında yaşın da yandığı bir dönemdeyiz. Bu yüzden de bu atasözünün yankısı yalnızca kulaklarda değil; sokaklarda, mecliste, vicdanlarda duyuluyor ve siyaseten karşılığını da buluyor.
Ülke gündemi her zamankinden daha yoğun ve daha da karmaşık. Adeta “afan tufanı” kopmuş; göz gözü görmüyor, ses sese karışıyor. Siyasetin gerilim hattı artık yalnızca iktidara değil, ana muhalefete de çevrilmiş durumda. Artık sadece bir kutuplaşma değil; siyaseten bir çöküşün eşiğindeyiz. Halkın nezdindeki tepki patlama noktasını çoktan geçmiş; şimdi çatlama sesleri duyuluyor, duvarlar geriliyor, zemin titriyor. Bu gidişat sadece bir siyasi hesaplaşma değil; toplumsal bir kırılmanın da habercisi gibi.
Düne kadar “Topuklu Efe” diye yere göğe sığdırılamayan, çağdaş Türk kadınının simgesi olarak kutsanan Aydın Büyükşehir Belediye Başkanı Özlem Çerçioğlu’nun siyasi rotasını değiştirmesiyle efeliğin ayakkabısı da değişti. Ne topuğu kaldı ne takunyası; geriye sadece tozlu ve muammalar ile dolu bir geçiş hikâyesi kaldı ki o da havanda dövülüyor…
Parti değiştiren bir siyasetçinin ardından dökülen dosyalar, eşinin fabrikası, özel hayatına dair iddialar… Hepsi bir anda ortalığa saçıldı. Eski partisi CHP, Çerçioğlu’nun ipliğini pazara çıkarmak isterken, kendi politikalarının siyasi kokuşmuşluğunun en keskin örneklerini sergiledi. Bir yanda “ya içeri gir ya bize katıl” baskısı iddiaları; diğer yanda imar rantı ve usulsüz taleplerden bunalmış bir kaçışın izleri.
Belediye çalışanlarına yapılan çağrılar ise ayrı bir muamma: Kimisi “ayrılın” diyor, kimisi “yerinizde kalın.” Bu tablo yalnızca bir kişinin siyasi tercihi değil; sistemin içindeki çürümüşlüğün, çıkar ilişkilerinin ve halkla kurulan güven bağının nasıl koparıldığının göstergesi.
CHP’nin “belediyeler kimsenin çiftliği olmayacak” söylemi, diğer belediyelerdeki yaşananlar ve Aydın’daki gelişmelerle yerle bir oldu. İl başkanının çocukları ve bazı parti yöneticilerinin yakınları ve akrabaları, hangi kriter ve liyakatle yerleştirildikleri belli olmayan belediyenin ballı kadrolarından kaçarcasına istifa etti. Ancak bu istifalar bir erdem göstergesi değil; sistemin nasıl işlediğine dair bir itiraf gibiydi. Belediyeler artık çiftlik değil, adeta bir besihaneye—eş dost beslenen bir yapıya—dönüşmüş olduğunu itiraza mahal kalmayacak şekilde ayan beyan herkese gösterdi.
Eş dost, yaren ve akraba kadrolarıyla beslenen bu yapı halkın vergileriyle şişmiş, şimdi ise çatlamaya başlamış. Bu tabloyu özetlemek için lafı çok uzatmaya gerek yok aslında; vahameti anlatmak için tek bir cümle yeterli:
Lağım patladı.
Rüzgâr ekildi, fırtına biçildi. Ortalığı bir çirkinlik ve koku sardı. Bu manzarayı ne iktidar ne ana muhalefet seçmenleri hak ediyor. Ama en çok da Türkiye hak etmiyor. Çünkü halk umutla oy veriyor; karşılığında da koku değil, hizmet bekliyor.
Bu çürümüşlük yalnızca Ankara’nın veya Aydın’ın koridorlarında değil; Anadolu’nun sokaklarında, belediye binalarında, yerel meclislerde de kendini gösteriyor. Çünkü lağım sadece merkezde patlamakla kalmadı; borular yerelde de çatladı. Ulusal siyasetteki kokuşmuşluk, yerel yönetimlerde daha görünür, daha elle tutulur hale geliyor. Artık mesele sadece büyük aktörlerin değil; küçük şehirlerdeki büyük suskunlukların da hikâyesi.
Şimdi politik olarak genel manzarayı daha net biçimde okuyabilmek için dikkatimizi Biga’ya, Çan’a, Çanakkale’ye, Ege’nin ve Marmara’nın kıyılarına çevirmek yeterli. Çünkü rüzgâr oralarda da ekildi. Ve fırtına, kapıyı çoktan çaldı.
CHP’de kongre sürecinde kalelerinden sayılan Çanakkale’nin Barbaros Mahallesi’nde yapılan delege seçimleri, parti içindeki fay hatlarını açıkça ortaya koydu. 2 bin 240 kayıtlı üyesi olan mahallede 1247 kişi sandık başına gitti.
(…?)
Özgür Özel ve Ekrem İmamoğlu’nun değişim cephesini destekleyen; geçmişte Kemal Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkan Yardımcısı olarak görev yapmış ve onun tarafından Adalet Bakanı olarak hayal edilen şimdinin Çanakkale Belediye Başkanı Muharrem Erkek, mevcut İl Başkanı ve Milletvekili İsmet Gümüşhan’ın desteklediği Beyaz Liste ile 805 oy alarak üstünlük sağladı. Karşısında ise Eski Belediye Başkanı Ülgür Gökhan, Eski Milletvekili İsmail Özay ve hâlen görevdeki diğer Milletvekili Özgür Ceylan’ın desteklediği Mavi Liste vardı; 439 oyda kaldı.
Her ne kadar CHP’nin “kol kırılır yen içinde kalır” anlayışı ile dışarıya sorun yokmuş gibi davranılsa da bu sonuçlar hiziplerin kıyasıya mücadelesini gizlemeye yetmedi. Barbaros’ta yalnızca sandık kurulmadı; parti içi fay hatları yüzeye çıktı. Bu seçim yalnızca delegeleri değil; partinin geleceğini şekillendirecek kadroları belirledi. Ve bu kadrolar, rüzgârın hangi yönden estiğini değil; fırtınanın nereden kopacağını gösteriyor.
İktidar cephesinde ise fırtına öncesi bir sessizlik hâkim. Tam da bu sessizlik sürerken, AK Parti Çan İlçe Teşkilatı’nın kuruluşunun 24. yılı dolayısıyla halka dondurma ikram edilmesi, sosyal medyada büyük tepkiyle karşılandı. Sıcak yaz günlerinde yapılan bu etkinlik, halkın içindeki kırgınlığı serinletmek yerine daha da görünür hâle getirdi.
ODTÜ’den şeref derecesiyle mezun olmuş, genç yaşta umut vadeden bir belediye başkanı olarak seçilen Abdurrahman Kuzu’nun zamanla etrafı siyasi çıkar peşindeki koltuk düşkünü kalabalıklarla doldu. Buna eşinin hastalığı ve vefatı eklenince, insani nedenlerle gösteremediği siyasi performansına kulaktan kulağa fısıldanan ve seçmen tarafından tasvip edilmeyen yanlışlarına bir de seçim yenilgisi eklenince AK Parti seçmeninin içindeki kırgınlık seçim yenilgisi ve ardından yaşananlar ile derinleşti.
Bu kırgınlık yalnızca bir kişiye değil; bir dönemin umutlarına, temsil biçimine ve siyasi anlayışına yönelikti. Dondurma ikramı, bu kırgınlığın üzerine dökülen soğuk bir taş gibi algılandı. Çünkü seçmen, serinletici bir jest değil; içten bir yüzleşme bekliyordu ama seçmenin avucunda eriyen bir sessizlikti kaldı.
AK Parti’nin yıllar boyunca halkla kurduğu bağ, yerel düzeyde zayıflamaya başladı. Bu zayıflama yalnızca Çan’da değil; Türkiye’nin dört bir yanında sandığa gitmeyen milyonlarca seçmenin sessiz tepkisinde yankı buldu.
Milliyetçi ve muhafazakâr yapısıyla bilinen Biga-Çan, Refah Partisi döneminden beri Recep Tayyip Erdoğan’ın yakından tanıdığı yerler. 1986’lı yıllarda Marmara Bölge sorumlusu olarak geldiği bu şehirlerde, derme çatma parti binasında yürüttüğü çalışmalarla adeta iğneyle kuyu kazmıştı. Bugün ise partisinin mirasyedi anlayışı ile seçim kaybetmesi ve aldığı sessiz tepkiler onu da üzmüştür herhalde.
2009’da Belediye Başkanı seçilen Abdurrahman Kuzu’nun, 2019’da CHP’li Bülent Öz’e karşı seçimi kaybetmesi; CHP’li Bülent Öz’ün rüşvet ve irtikap suçlamasıyla görevden alınması ve ardından yapılan seçimde Çan halkının yine de CHP’li bir adaya yetki vermesi, siyaseten çok anlamlı. Dikkatlice bakıldığında ve derinlemesine incelendiğinde bu gelişmeler, bugünün siyasi tablosuna yalnızca ışık tutmuyor; yarının sahnesine de gölge düşürüyor.
Buna rağmen sokaklarda bir sessizlik hâkim. Ama bu sessizlik, huzurun değil, kırgınlığın sesi. İnsanlar konuşmuyor; çünkü ne söyleseler yankılanmıyor. Siyasetçiler hâlâ meydanlarda ses yükseltiyor; ama halk artık kulaklarını değil, kalbini kapatmış durumda.
Bu sessizlik ne iyi bir başlangıcın habercisi ne de bir yorgunluğun. Bu sessizlik, umutların gömüldüğü toprağın üstündeki ince toz gibi. Ne rüzgâr savurabiliyor ne yağmur temizleyebiliyor. Her şey yerli yerinde duruyor; ama aslında hiçbir şey yerli yerinde değil.
Çünkü bu sessizlik sadece suskunluk değil; içten içe çalan, herkesin bildiği ama kimsenin söylemek istemediği bir kapanış melodisi gibi.
Öyle bir melodi ki, ne bir alkışla ne bir ıslıkla kesiliyor; sadece içimizde çınlıyor, usulca.