Kaderin Ötesinde Bir Kabulleniş: Seçmek mi, Sahiplenmek mi?
Saye Yılmaz – Bursa Vatan Medya Grubu Köşe Yazısı
Ursula K. Le Guin, Yerdeniz Büyücüsü adlı eserinde insan hayatını “zaten yapmak zorunda olduğu şeyleri, kendi rızasıyla seçmeyi öğrenmekle” tanımlar. Bu ifade, kaderin çizdiği sınırları aşarak insanın iç dünyasına ayna tutar. Gerçek şu ki; çoğu zaman bizler, ‘kader’ dediğimiz rotayı çoktan içselleştirmiş, sorgulamadan benimsemiş oluruz.
Hayat bize seçenekler sunuyormuş gibi görünse de; yöneldiğimiz yollar, çocuklukta duyduğumuz bir cümle, toplum baskısı ya da içten içe kabul ettiğimiz korkularla şekillenmiştir. Bu yüzden birçok seçim, aslında özgür bir tercihten çok, içsel bir kabullenişin sonucudur.
Olgunluk da tam bu noktada başlar: Kaçamayacağımız gerçekleri gönüllü karşılamayı, zorunlulukları bir görev bilinciyle üstlenmeyi ve mecburiyetleri özgür iradeye dönüştürebilmeyi öğrenmek. Çünkü insan, hayatın gidişatını değiştirenin yalnızca seçimler değil, o seçimi sahiplenme cesareti olduğunu zamanla fark eder.
Kısacası: Yol bellidir belki, ama onu yürüyen ayaklar bizimdir. Ve kader, çoğu zaman susarak verdiğimiz kararlarda saklıdır.
İşte o yazı…
Seçimlerimiz Biz miyiz? Hayatın Büyük Yanılsaması
Ursula Le Guin, Yerdeniz Büyücüsü’nde insanın bütün hayatını “zaten yapmak zorunda olduğu şeyleri, kendi rızasıyla seçmeyi öğrenmekle” geçirdiğini söyler. Bu cümle, kader tartışmalarının ötesine geçen bir çıplak gerçeklik sunuyor: Bazen kader dediğimiz şey, aslında en başından sessizce kabullendiğimiz bir yöneliştir. Hayat bize seçenek sunuyor gibi görünür; oysa çoğu zaman yol çoktan çizilmiştir. Biz de kendi seçimiz sanarak yürürüz.
Belki olgunluk, tam da bu noktada devreye giriyor. Kaçamayacağımız gerçekleri gönüllü karşılamayı, zorunlulukları sorumluluğa, mecburiyetleri iradeye dönüştürmeyi öğrenmek. Çünkü insan, bir noktada şunu fark ediyor: Hayatı değiştiren şey seçimler değil; seçtiğini sahiplenme cesaretidir.
Beyin ise bu oyunun görünmeyen başrolü. Sandığımızdan çok daha güçlü, çok daha inatçı bir mekanizma. Her tekrar, her küçük adım, her düzenli seçim onu yeniden şekillendiriyor. Bu yüzden zorlanmak başarısızlık değil. Sadece beynin eski güvenlik kalıplarını bırakmakta direniyor. Yeni bir alışkanlık yeni bir sinir yolu demek, bu da zaman, sabır ve düzenlilik istiyor. Kendi kendine şefkat göstermek de cabası.
Sinir sistemi sakinleştiğinde, odaklanma ve doğru karar mekanizması yeniden devreye giriyor. İşte gerçek değişim tam o anda başlıyor. Birden bire değil; azar azar, tekrar tekrar, ufak ama kararlı hamlelerle.
Sonuç basit:
Seçimlerin → Alışkanlıklarını,
Alışkanlıkların → Hayatını şekillendirir.
Unutma, hayat bazen seçenekmiş gibi duran bir labirent. Oysa anahtar hep aynı: Gittiğin yolu sahiplenmek.
Jim Rohn’un bir sözü vardır: “İnsan, en çok vakit geçirdiği beş kişinin ortalamasıdır.” Peki ya en sık görüştüğün beş kişi ortalama, yorucu, hatta ilham vermeyen insanlarsa… ve bundan kaçma şansın da yoksa?
İşte burada devreye gerçek dönüşüm giriyor: Kendini yükseltmenin yolu, çevreni değiştiremiyorsan zihnini değiştirmekten geçer. Kitaplarınla, izlediklerinle, öğrendiklerinle, tuttuğun notlarla, kurduğun hedeflerle kendi “beşlini” yeniden oluşturursun. İnsan sadece masadaki sohbetlerden değil, beslediği zihinlerden de etkilenir.
Bazen hayatın sana verdiği insanlar sabittir;
ama kendine kattıkların, seni dönüştüren görünmez beşlini yaratır.
Ve mesele yine aynı yere çıkar: Mecbur kaldığın dünyayı değil, seçtiğin bilinci sahiplenmek… çünkü insanı asıl ileri taşıyan çevresi değil, çevresini aşma iradesidir.