Sendikacı Veli Baysülen’den Sert Kalem: “Grev Hakkı Fiilen Yok Sayılıyor, Toplu Sözleşme Masası Tiyatrosu Oynanıyor!”

Sendikacı Veli Baysülen, geçen hafta kaleme aldığı yazının ikinci bölümünde, AKP iktidarının grev hakkını nasıl sistematik biçimde işlevsizleştirdiğini çarpıcı örneklerle ortaya koydu. 23 yıllık iktidar sürecinde emeğin sesi susturulmuş, sendikal haklar kâğıt üstünde kalmıştır diyen Baysülen, özellikle 2018’den sonra başlatılan “tek imzayla grev yasağı” sürecine sert tepki gösterdi.
“Toplu Sözleşme Masası Tiyatrosu!”
600 bin kamu işçisi adına yürütülen toplu iş sözleşmesi sürecinin bir müzakere değil, hükümetin dayatmasına zemin hazırlayan bir oyun olduğunu vurgulayan Baysülen:
“Hükümet masaya göstermelik oturdu. Talepleri oyaladı, sonra da kabul edilmesi mümkün olmayan bir teklifi önümüze koydu. Çünkü biliyorlar ki grev kararı alınsa dahi, yasaklanacak! Bu masa, emekçinin sofrası değil; siyasi tiyatronun sahnesi haline gelmiştir.”
“Tek Adam Rejimiyle Grev Yasakları Keyfileşti”
Baysülen, 2018 sonrası Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile birlikte grev yasaklarının artık bir kişinin imzasına kaldığını belirterek şöyle dedi:
“Eskiden Bakanlar Kurulu kararı gerekiyordu, şimdi ise tek imza yeterli. Demokrasi mi bu? Hukuk devleti mi? İktidar işverenin çıkarını korumak için grev hakkını çiğniyor, grev kararlarını fiilen yok sayıyor.”
“Sendikalar Oyalandı, Emeğin İradesi Hiçe Sayıldı”
Toplu sözleşme sürecinde sendikaların taleplerinin bilinçli olarak oyalandığını, sürecin sonuna gelindiğinde ise dayatmacı bir yaklaşım sergilendiğini söyleyen Baysülen, şunları ekledi:
“Hükümet masayı oyaladı, sonra da ‘bunu kabul edin yoksa grev yasağı gelir’ diyerek sopasını gösterdi. Bu, açıkça emeğe şantajdır. Grev hakkı anayasal bir haktır, yasaklamak iktidarın haddi değildir.”
“Grev Hakkı Olmayan Ülkede Demokrasi de Olmaz!”
Yazısında bazı işkollarında grevin zaten yasak olduğunu hatırlatan Baysülen, “Bu ülkede grev hakkı olmayan bir işçinin ne özgürlüğü vardır ne de güvencesi. Grev hakkı olmayan bir ülkede gerçek demokrasi olmaz. Bu sistem emeği susturmak, sömürüyü meşrulaştırmak için kurulmuştur” ifadelerini kullandı.
Son Söz: “Emeğin Mücadelesi Susturulamaz!”
Sendikacı Veli Baysülen, yazısının sonunda şu net mesajı verdi:
“Bu düzende işçi susacak, sermaye konuşacak. Ama biz susmayacağız! Grev hakkı kutsaldır, emeğin onurudur. Yasaklara rağmen, emeğin sesi her zaman duyulacaktır. Sınıf mücadelesi baskılarla değil, kararlılıkla kazanılır.”
Baysülen’in bu sert ve çarpıcı yazısı, emeğin mücadelesini hiçe sayan politik yaklaşımlara karşı bir isyan manifestosu niteliği taşıyor.
İşte o yazı…
EMEK MÜCADELESİNDE YENİ BİR SIÇRAMAYA İHTİYAÇ VAR! (2)
Bu yazının geçen hafta yayınlanan birinci bölümünde, 23 yıllık AKP iktidarında ülkede fiilen grev yasağı olduğunu vurgulamış ve önceki yıllarda grevlerin bakanlar kurulu kararıyla erteleme adı altında yasaklandığını, tek adam yönetimine geçilen 2018 yılından bu yana ise tek imza ile grevlerin yasaklandığının altını çizmiştim. İktidarın buna güvenerek, yaklaşık 600 bin kamu işçisi adına yapılacak toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde sendikaları oyaladıktan sonra kabul edilemeyecek bir teklifi masaya getirdiğini belirtmiştim. Zira hükümet, sendikaların teklifi kabul etmemeleri halinde sözleşmeyi istediği gibi sonuçlandıracağından emindi. Zaten masaya da usulen oturmuştu. Ve hükümet iyi biliyordu ki anlaşma sağlanamazsa işkolu sendikaları mecburen grev kararı alacaklar. Ancak bazı işkollarında grev yasağı var. Grev yasağı olan işkolları sendikaları sözleşmeyi zorunlu olarak Yüksek Hakem Kurulu’na (YHK) götürecekler. Yasa gereği grev yasağı olmayan işkollarında başlayacak olan grevler ise başlamadan milli güvenlik gerekçesiyle, gece yarısı Resmi Gazete’de yayınlanacak Cumhurbaşkanı kararıyla yasaklanacakır. Sonra TİS’ler Yüksek Hakem Kurulu’na (YHK) götürülecek ve üye çoğunluğu hülümetin atadıklarından oluşan YHK, TİS’leri onun istediği gibi bağıtlayacaktır.
23 yıldır ülkeyi yöneten ve bugüne kadar 200 bine yakın işçinin grevini erteleme adı altında yasaklamış bir iktidar olan AKP, bu konuda bir hayli deneyim biriktirmiş bir iktidardır. Şimdi yaptığı şey ise bu birikimi kullanmak. Halbuki grev, Anayasanın 54. Maddesi ile Anayasanın 90. Maddesine göre kabul edilmiş ve taraf olunmuş, temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleşmelerin çalışanlara tanıdığı bir haktır. Ancak zaten birçok konuda anayasa, uluslararası sözleşme ve evrensel hukuk tanımayan bir iktidar için bu konuda anayasaya uymaması çok da büyük sıkıntı olmayacaktı.
Nitekim görüşmelerin tıkanması üzerine, sendikalar grev başlatma tarihlerine dair kararlar almaya başladılar. Bu sendikalardan biri olan Türk-İş’e bağlı Türkiye Maden-İş Sendikası’nın, ETİ Maden İşletmeleri Genel Müfürlüğü’ne bağlı faklı kentlerdeki işyerleri için aldığı grev başlamta kararı, 31 Temmuz tarihinde gece yarısı Resmi Gazete’de yayınlanan Cumhurbaşkanı imzalı kararla, milli güvenliğe tehdit gerekçesiyle ertelendi.
Grevin ertelenmesine karşı çıkmayan ve anayasal hakkını kullanmayan sendika grevi başlatmayı göze alamadı. Halbuki Anayasa Mahkemesi daha önce verdiği iki kararda grev ertelemenin hak ihlali olduğuna hükmetmişti. Ne yazık ki ne ilgili sendika ne de bağlı bulunduğu konfederasyon bu kararları pratiğe geçirme cesareti göstermediler. Zaten öyle bir dertleri de yoktu.
Eskiler hatırlarlar, 12 Eylül öncesinde DİSK’in mücadelesinde sembol olmuş grev ve direnişlerin en önemlileri, DİSK kurucu Genel Başkanı Kemal Türkler’in genel başkanı olduğu Türkiye Maden-İş Sendikası tarafından, Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası’na (MESS) bağlı işyerlerinde yapılmıştı.
12 Eylül öncesinde işçi sınıfı mücadelesinin motoru Türkiye Maden-İş Sendikası ile 12 Eylül sonrasında metal işkolunda mücadelenin başını çeken bağımsız Otomobil-İş Sendikası, DİSK ve bağlı sendikaların sendikal mücadelede yeniden yer aldığı 1993 yılında, Birleşik Metal-İş Sendikası çatısı altında birleştiler. Metal iş kolunda önemli grev ve direnişlere imza atmış iki sendikanın mücadele geleneğini devralan Birleşik Metal-İş Sendikası, bu geleneği günümüzde de mümkün olduğunca sürdürüyor. Nitekim Birleşik Metal-İş Sendikası, 2024 yılının Aralık ayında 10 işyeri için, MESS’le sürdürdüğü toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde anlaşma sağlanamaması üzerine, 4’ü uluslararası şirkete ait bu 10 işyerinde çalışan 2000’e yakın üyesi için grev kararı almıştı. Ancak henüz tamamı başlamamış olan grevler, 14 Aralık 2024 tarihinde Resmî Gazete’de yayımlanan Cumhurbaşkanı kararıyla ertelenmişti. Ancak sendika, fiilen yasaklama anlamına gelen erteleme kararını tanımayarak grevleri sürdürmüş ve sonuçta TİS’leri işverenlerle masada bitirerek grevleri sonlandırmıştı. Bu örnekte görüldüğü gibi sendikalar isterlerse grev yasaklama kararlarını tanımayabilirler.
Ne yazık ki tek sendikanın 2000 işçiyle sergilediği kararlı tutumu, iki konfederasyon yaklaşık 600 bin işçiyle sergileyemediler ve kendilerini masada aylardır oyalayan hükümetle, onun dayattığı şartlarda sözleşme imzaladılar. Hem de Şubat ayında sundukları ortak taslaktaki taleplerinin çok altında.
Hatırlayacaksınız bu yazının geçen hafta yayınlanan bölümünde, Türk-İş ile Hak-İş’in ortak taslak verdiklerini ve bu taslakta, vergiler ile enflasyonun erittiği işçi ücretlerinin satın alma gücünün korunması için ücretlerin birinci altı ay için %80, ikinci altı ayda ise %25 artırılmasını talep ettiklerini yazmıştım. Bu iki oran kümülatif olarak yıllık %125 artış demekti. İmzalanan sözleşme ile Türk-İş ve Hak-İş’in yıllık %125 zam talebiyle başladıkları kamu işçileri toplu iş sözleşmesi pazarlığı, birinci 6 ay %27, ikinci 6 ay %14 seviyesinde bitmiş oldu. Bu oranlar kümülatif olarak %45 seviyesindedir. Yani talep edilenin %80 altında bitti. Bu sendikal hareket açısından büyük bir handikaptır.
Türk-İş ile Hak-İş, 600 bin kamu işçisini kapsayan toplu sözleşmede, maden grevi yasağını duyar duymaz teslim bayrağını çekerek grev hakkının fiilen yok edilmesine onay verdiler. Kuşku yok ki, grev hakkı olmayan işçi ekmeğini koruyamaz. Halbuki Grev yasakları ancak grevi fiilen sürdürmekle aşılabilir. Daha açık bir ifade ile anayasasında güvence altına alınmış olsa da mevcut iktidar tarafından fiilen ortadan kaldırılmış olan grev hakkı, ancak grev yaparak yeniden kazanılır.
Maalesef yıllardır bu ülkede işçilerin anayasal haklarını kullanmaları, klişe gerekçe Milli Güvenliği Tehdit gerekçesiyle engellenmektedir.
Halbuki Milli Güvenlik için asıl tehdit anayasal grev değil, uygulanan ekonomi programıdır. Zira iktidarın ekonomi programı, yoksuldan toplananı zengine aktaran bir programdır. Bu programla yoksullaştırılan emekli, asgari ücretli, işçi, memur, esnaf, üretici köylü yani iktidarın kaynak aktardığı bir avuç sermaye sahibi hariç, bu ülkenin tüm değerlerini üreten milyonlarca emekçisi artık açlık tehlikesi ile karşı karşıya.
Maalesef 102 yıllık Türkiye Cumhuriyeti, en adaletsiz gelir dağılımı sürecini yaşıyor. Türkiye, gelir eşitsizliğinin tavan yaptığı ülkedir. Nitekim uluslararası kuruluşlar yayınladıkları raporlarda Türkiye’nin gelir eşitsizliğinde dünyanın önde gelen ülkelerinden biri olduğunu ortaya koyuyorlar.
Ne yazık ki Türkiye sadece gelir eşitsizliğinde değil, örgütlenme (sendikalaşma) ve toplu pazarlık haklarının kullanılması yönünden de dünyanın en kötü 10 ülkesinden biridir. Zira Anayasanın 51. Maddesi ile çalışanlara, sendika kurma veya işkolunda kurulmuş sendikalardan birisine serbestçe üye olmak hakkı tanınmış olsa da Türkiye yıllardır sendikaya üye olmanın işten atma gerekçesi olarak kullanıldığı bir ülkedir. Kısacası sendika hakkını kullanmak, işsiz ve aç kalma tehdidi altındadır.
Kuşkusuz tüm bu eşitsizliklerin yol açacağı toplumsal patlama riskini görmeden ülke nüfusunun %90’nını gün geçtikçe yoksullaştıran ekonomi politikasında ısrar etmek, Milli Güvenlik için asıl tehdittir. İktidar her seferinde, çok sevdiği Milli Güvenlik gerekçesine sığınıp grev ertelemek yerine sermayeye kaynak artarma politikasını derhal terk etmelidir. Bunu sağlayacak olan ise örgütlü yapıların verecekleri fiili ve meşru mücadeledir.
Öte yandan tüm bu gerçekler ortadayken, 6 aya yakın bir süre masada oyalanmayı kabullenen ve işçiyi yani meselenin asıl sahibini sürece katmadan masada oturan, sendikalar sonuçta istedikleri ile aldıkları arasındaki uçuruma gözlerini kapatarak büyük ciddiyetsizlik sergilediler. Bunun temel nedeni işçiden kopuk, al gülüm ver gülüm mantığıyla saray rejiminin politikalarına teslim olmaktır. Halbuki aylar sonra imzaladıkları toplu sözleşme ile aldık dedikleri artışlar, enflasyon ve vergi diliminin yükselmesiyle pula döndü. Nitekim DİSK-AR yılın ilk yarısında çalışanların ücretlerinde ki genel erimeyi araştırdı ve rakamlarla ortaya koydu. Araştırmaya göre, enflasyon ile adaletsiz vergi sistemi ücretleri hızla eritiyor
İşte DİSK-AR’ın ücret kayıpları tespit raporunda ki tespitler:
▪︎ enflasyonun yılın ilk 6 ayında emek gelirlerine toplam faturası enaz 218 milyar 334 milyon TL.
▪︎İşçi başına altı aylık erime 6.485 TL. oldu! Yılın ilk yarısında Asgari ücretin enflasyon kaybı 3.685 TL!
▪︎Haziran 2025’te asgari ücretin üç katı düzeyinde ki ücretin neredeyse yarısı vergi ve kesintilere gitti.
▪︎Haziran 2025’te enflasyon kaybı en düşük emekli aylığında 2 412 TL.
▪︎En düşük memur aylığında enflasyon kaybı 9.130 TL.
DİSK-AR’ın, enflasyon ve vergi dilimlerini esas alarak yaptığı hesaplama sonucu hazırladığı rapordaki bu tespitler, yılın ilk yarısında iki konfederasyon sessiz sedasız masada otururken, işçilerin cebinden milyarlarca lira paranın uçtuğunu gösteriyor.
Yazı serisine bu sözleşme, kamu çalışanı memurlar ile emeklileri için devam eden TİS görüşmeleri sürecini değerlendirmeye devam edeceğim. Bir sonraki bölümde buluşuncaya kadar sağlıkla kalın.
Veli Beysülen