LOHUSALIK DEPRESYONU, YALNIZ ANNELİK VE TOPLUMSAL İHMALİN KARANLIK TABLOSU
TÜRKİYE – Bir annenin sinir krizi geçirerek iki aylık bebeğini dördüncü kattan aşağı atmasıyla sonuçlanan ve bebeğin hayatını kaybettiği korkunç olay, kamuoyuna yalnızca “akıl sağlığı yerinde değildi” cümlesiyle sunulabilecek sıradan bir adli vaka değildir. Bu olay; yıllardır görmezden gelinen lohusalık depresyonunun, yalnızlaştırılan anneliğin ve aile yapısındaki sessiz çöküşün en ağır sonuçlarından biri olarak kayıtlara geçmiştir.
Bu bir anlık cinnet değil; adım adım gelen, göz göre göre büyüyen bir krizdir.
Bir Cinayetten Değil, Bir Çöküşten Söz Ediyoruz
Olayın ardından annenin gözaltına alınması, adli sürecin başlatılması ve psikiyatrik değerlendirme yapılması elbette hukuki bir zorunluluktur. Ancak mesele yalnızca ceza hukuku çerçevesinde ele alındığında, asıl sorumlular yine görünmez kılınmaktadır. Çünkü bu olayda yalnızca bir bireyin ruhsal kırılması değil; aile içi destek mekanizmalarının yokluğu, toplumsal duyarsızlık ve kamusal ihmal zinciri vardır.
Bu trajedide devlet yoktur, toplum yoktur, aile yoktur. Geriye yalnız bırakılmış bir anne ve korunamamış bir bebek kalmıştır.
Lohusalık Depresyonu: “Geçer” Denilen Ama Öldüren Bir Hastalık
Uzmanlar uzun süredir uyarıyor: Lohusalık depresyonu basit bir “moral bozukluğu” değildir. Doğum sonrası kadınlar; yoğun hormonal değişimler, uykusuzluk, sürekli sorumluluk hali, bedensel yorgunluk ve sosyal izolasyonla karşı karşıya kalır. Bu süreçte yeterli destek sağlanmadığında, depresyon ağırlaşabilir; gerçeklik algısı bozulabilir, kontrol kaybı yaşanabilir.
Ancak Türkiye’de lohusalık hâlâ romantize edilmekte, “annelik içgüdüsü her şeyi çözer” anlayışıyla psikolojik destek ihtiyacı bastırılmaktadır. Kadının yardım istemesi zayıflık sayılmakta, ruhsal çöküşler çoğu zaman “abartı” olarak görülmektedir.
Sonuç ortadadır: Görülmeyen hastalık, telafisi olmayan bir yıkıma dönüşmüştür.
Desteksiz Eş, Sessiz Aile, Duyarsız Çevre
Bu tür vakalarda göz ardı edilen en önemli başlıklardan biri de babalık rolüdür. Hâlâ yaygın olan anlayışta baba; çalışır, para kazanır, eve gelir ve görevini tamamlamış sayılır. Oysa lohusalık döneminde bir kadının en çok ihtiyaç duyduğu şey; yalnız olmadığını hissetmektir.
Eşin bebek bakımına katılmaması, ev içi yükü paylaşmaması, annenin duygusal yükünü görmezden gelmesi, bu süreci bir krize dönüştüren temel faktörlerdendir. Bununla birlikte aile büyüklerinin ve yakın çevrenin de geri çekildiği, “herkes kendi hayatına baksın” anlayışının hâkim olduğu bir dönemdeyiz.
Bir zamanlar lohusa eve yalnız bırakılmazdı. Şimdi annelik dört duvar arasına sıkıştırılmış bir yalnızlığa mahkûm ediliyor.
Bu Olayda Sadece Bir Bebek Ölmedi
Bu trajedi tek bir can kaybıyla sınırlı değildir.
Bu olayda:
-
Bir kadın psikolojik olarak çöktü,
-
Bir anne yardım çağrısı yaptı ama kimse duymadı,
-
Bir bebek devletin ve toplumun koruyucu şemsiyesi dışında kaldı,
-
Aile yapısının içi boşaltılmış olduğu bir kez daha ortaya çıktı.
Bu, bireysel bir suçtan çok, kolektif bir başarısızlıktır.
Babalık Yeniden Tanımlanmak Zorunda
Artık açıkça konuşulması gereken bir gerçek var: Babayı yalnızca “geçim sağlayan” bir figür olarak tanımlayan anlayış çökmüştür. Modern babalık; duygusal sorumluluk, aktif bakım, empati ve ortak ebeveynlik gerektirir. Anne tek başına bırakıldığında, sadece anne değil çocuk da risk altındadır.
Bu nedenle babaların doğum sonrası süreçte bilinçlendirilmesi, psikososyal destek mekanizmalarına dâhil edilmesi bir tercih değil, zorunluluktur.
Devlet Politikaları ve Medya Sorumluluğu
Bu tür olaylar yaşandıktan sonra “şok olduk” demek yeterli değildir. Sağlık sisteminin lohusa takibini yalnızca fiziki kontrollerle sınırlaması büyük bir eksikliktir. Ruh sağlığı taramaları, ev ziyaretleri, ücretsiz psikolojik destek ve kriz müdahale hatları artık ertelenemez bir ihtiyaçtır.
Medya ise bu vakaları sansasyonel başlıklarla değil, nedenleriyle ve çözümleriyle ele almak zorundadır.
Bu Bir Kadın Meselesi Değil, Bir İnsanlık Meselesidir
Bu olay üzerinden yalnızca anneyi suçlamak, toplumu temize çıkarmak anlamına gelir. Oysa sorumluluk paylaşılmadıkça, benzer trajediler kaçınılmazdır.
En acı gerçek şudur:
Eğer bu sessiz çığlık duyulsaydı, bugün bir bebek hayatta olabilirdi.
Ve eğer bu zihniyet değişmezse, bu son olmayacaktır.
Artık zaman;
-
“Normalmiş gibi” davranmayı bırakma zamanı,
-
Lohusa annelerin ruh sağlığını ciddiye alma zamanı,
-
Annelik yükünü paylaşma zamanı,
-
Dayanışmayı yeniden inşa etme zamanıdır.
Aksi halde, her yeni trajedi yalnızca bir haber değil, toplumsal bir utanç belgesi olarak kayda geçmeye devam edecektir.
