“Sonbahar Gibi Olmak”

  • 04 Kasım 2025
“Sonbahar Gibi Olmak”

Elini açarken, sanki bir ülkenin acısını gösteriyordu…
Bir elin içinde yorgunluk, bir parmakta umut, diğerinde sessiz bir isyan vardı.
Yüzündeki çizgiler, bir sonbahar yaprağının damarları gibi derinleşmişti. Her biri ayrı bir hikâyeyi anlatıyor, her biri ayrı bir kaybı fısıldıyordu.

“Sonbahar gibiyim,” dedi sessizce.
“Ne tam ölüyüm, ne de diri…
Yapraklarım birer birer düşüyor ama hâlâ köklerim direniyor.
Rüzgâr ne kadar sert eserse essin, içimde hâlâ yeşil kalabilen bir dal var.”

Bir an sustuk.
Etrafta sararmış yapraklar dökülüyordu; bazıları yere düşmeden parçalanıyor, bazılarıysa toprağa karışmak için sabırsızlanıyordu.
O an anladım ki, insan bazen bir mevsim kadar kırılgan, bir yaprak kadar sessizdir.

REKLAM ALANI

Gözleri uzaklara dalmıştı.
Belki Gazze’deki bir çocuğu, belki umudun son kırıntısını düşünüyordu.
“Dünyanın vicdanı da sonbahar gibi artık,” dedi.
“Bir zamanlar gür ağaçlardı; şimdi çıplak, rüzgâra açık ve kimsesiz.
İnsanlığın dalları, utançla eğiliyor yere.”

Ben hiçbir şey söyleyemedim.
Çünkü bazen sessizlik, kelimelerin en gür hâlidir.
Sadece baktım o avuç içlerine — savaşın, yoksulluğun, yalnızlığın izlerini taşıyan o derin çukurlara.
O eller, çalışmaktan değil; insanlıktan yorulmuştu.

Sonra bir yaprak daha düştü önümdeki toprağa.
O anda fark ettim:
Sonbahar gibi olmak, düşerken bile güzelliğini koruyabilmektir.
Ve belki de insanın en olgun hâli, tıpkı o yaprak gibi sessizce toprağa karıştığı andır.

🖋️ Hasan Kaya – Bursa Vatan Medya Grubu
“Sonbahar Gibi Olmak”

Sonbahar Gibi Olmak

Başını iki elinin arasına almış, boynuna “Bana ilişmeyin, bir dokunan bin ah işitir” yazılı bir levha asmış gibi düşünüyordu. Derdine ortak olmak ve paylaşmak adına bütün cesaretimi topladım, “Nasılsın?” diye sordum.

Derin bir nefes aldı; sanki içindeki mevsimi soluyordu. Sağ elini ağır ağır açtı… El, el gibi değil; sanki zamanın enkazını taşıyan Gazze sokakları gibiydi. Avuç içi, şarapnel parçası isabet etmiş Gazze’nin ete kemiğe bürünmüş hâliydi.

İnsanlıktan nasibini alamamış işgalciler tarafından bombalanmaktan, yağmalanmaktan, tarumar edilmekten harap olmuş; zulme uğramaktan, sevdiklerini yitirmekten ve yalnız bırakılmaktan yorgun düşmüş Gazze gibi

Belli ki o da bir saldırıya uğramıştı. Yorgun bedeni, boş boş bakan gözleri, umutsuzluktan çökmüş omuzları, yara bere içindeki vücudu, hançerlenmiş sırtı…

Hangi sırtlanlar onu bu hâle getirmişti?

Gözlerini kapadı. O karanlıkta, el yordamıyla bir anlam arar gibi, elini sol göğsüne götürdü — tam kalbinin üzerine. Ardından, rüzgârda savrulan bir yaprak gibi cılız bir sesle fısıldadı:

“Sonbahar gibiyim…”

Bu neyin nesiydi şimdi? Nasılsın sorusuna “son” ve “bahar” gibi olmakla cevap vermek… Eskilerin hazan dediği mevsim gibi olmak…

Ne tam dökülen bir yaprak, ne de kök salan bir umut. Arada bir yerdeydi; bazen rüzgârla savrulan, bazen sessizliğe tutunan bir hâl. Sanki içindeki mevsim takvimi durmuştu; hep Kasım ayının ortasında kalmış gibiydi. Ne güneş tam ısıtıyor, ne de yağmur tam boşalıyordu. Bir bekleyişti onun hâli; neyi olduğunu bilmeden, ama hep biraz geç kalınmış gibi. Verdiği cevap ortamı buz kestirdi.

Konuşmadı uzun süre. Ama sustuğu her saniye, içimde bir mevsim daha soldu. “Yorgun, bitkin ve umursuzum,” diyebildi. Onu hiç böyle görmemiştim.

“Anlatamamaktan mı? Anlaşılmamaktan mı? Yalnız bırakılmaktan mı?” diye sordum.

Çünkü bazı yorgunluklar bedende değil, gönülde birikir. Ve gönül yorulduğunda ses çıkarmaz; sadece susar. O suskunluk bazen kahvehanede çay kaşığının bardağa çarpmasıyla yankılanır. Bazen de ezanla birlikte içe çöken bir sükûnet olur. Ama o suskunluk hep oradadır; görünmez ama ağırdır.

İnsan çalışmaktan, yürümekten, konuşmaktan yorulmaz. Ama anlaşılmamaktan… Her “iyiyim” deyişinde insan biraz daha eksilir. Biraz daha içine çekilir, biraz daha görünmez olur. Ve bir gün, kimse sormasa da “iyiyim” demeye devam eder. Çünkü artık kimseye yük olmamak, bazen kendine bile görünmemek ister.

O gün bir daha anladım ki: Bazı insanlar sonbahar gibi yaşar. Ne tam giderler, ne de kalabilirler. Sadece sessizce dökülürler… Kimseye umut vermeden, kimseye dert olmadan. Ama içlerinde hep bir “keşke” yankılanır. Bir zamanlar yeşermiş bir dalın hatırası gibi; bir daha açmayacağını bile bile beklenen bir bahar gibi.

“Balığa gidelim mi?” dedim. Sanki içindeki puslu hava biraz aralandı. Kendine gelir gibi oldu. Toparlandı, omuzlarını dikleştirdi. “Nasipse Cuma namazını kılalım, gideriz inşallah…” dedi. Ama bir şeyi hatırlamış gibi telaşlandı, ceplerini karıştırmaya başladı. Sonunda aradığını buldu: Üzerinde şifre gibi anlamsız harf ve rakamların yazılı olduğu küçücük bir kâğıt çıkardı.

“O ne?” dedim. “Reçete,” dedi. “Önce Cuma namazına, sonra eczaneye, sonra da balığa gideriz inşallah.” O cümlelerde bir umut yoktu belki, ama tıpkı Gazze gibi bir direnç vardı. Bir “hâlâ buradayım” sesi, bir “henüz bitmedi” bakışı.

O an anladım: Bu sadece bir balık yolculuğu değildi. Bu, omuzlarına sinmiş sessizliğe karşı bir yürüyüştü. Kahvehanede yıllardır aynı sandalyeye çöken suskunluğun, denizin kıyısından suya karışma ve dalgaların ritmine kapılıp gitme ihtimaliydi.

Çünkü bazı yorgunluklar anlatılmakla geçmez. Bazıları denize atılmış oltalar gibi bekler; bir kıpırdanma, bir direnç, bir “hadi” sesiyle suya iner. Ve işte o gün, gönül yorgunluğu balığa değil, vicdana tutulur. Belki de en çok kendine tutulur insan; çünkü en derin yorgunluk, kendini duyamamaktır.

Cuma namazından sonra eczaneye gittik. Eczaneden elinde ilaç dolu kocaman bir poşetle çıktı. Oturdu, poşeti karıştırmaya başladı. İçinden bir kutuyu seçti, özenle açtı. Bir tane içti. “Kalp ilacı,” dedi ben sormadan. “Ritmi bozulmuş meretin… Çok yoruldu… Ama yine de iyi dayandı… Bugüne kadar başıma iş açmadan, beni yarı yolda bırakmadan getirdi,” diye devam etti.

“Dikkat edin! Vücutta bir et parçası vardır. Eğer o iyi olursa bütün vücut iyi olur; bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin! O, kalptir.”

Hz. Peygamber’in (s.a.s) bu sözü, onun kalbini bir otomobil parçası gibi tarif edişine denk düşüyordu. Ama aslında o, kalbin sadece biyolojik değil, ahlaki ve manevi bir merkez olduğunu hatırlatıyordu. Reçeteyle başlayan yolculuk, kalbin ritmiyle devam ediyor; belki de en çok, suskunluğun ritmini duyuruyordu…

Ya Gazze… Ne olacaktı Gazze…? Onun ritmini kim duyacak ve duyuracaktı…?

ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ