Ahmet Koçak Yazdı: “İlk Film, İlk Işık”

Bursa Vatan Medya Grubu Köşe Yazısı
Yazan: Ahmet Koçak
İlkokul sıralarında bir gün, öğretmenimiz “Okulumuza sinema gelecek, film oynayacak” dediğinde neyin geleceğini hayal bile edememiştik. Sinema nedir, film ne demektir, hiçbir fikrimiz yoktu. O gün, sadece bir film değil, aynı zamanda bambaşka bir dünyanın kapıları aralandı bizim için.
Sınıflardan birinin camlarına siyah perdeler çekildi. İçeriye ilginç bir düzenek kuruldu: Üzerinde büyük metal daireler olan, makaralara film sarılmış bir makine. Elektrik için jeneratör bile getirilmişti. Siyah takım elbisesi, kravatı ve zarif tavırlarıyla zayıf bir adam geldi, makineyi çalıştırdı. Arka tarafında yanan o parlak ışık, makineyi adeta büyülü kılmıştı.
Adam sadece filmi oynatmakla kalmıyor, arada durdurup açıklamalar yapıyordu. Konuşma tarzı, nezaketi, öğrenciye duyduğu saygı… O an tek bir dileğim vardı: “Keşke bu adam bizim öğretmenimiz olsa.” Çünkü onun hem film makinesi vardı, hem de bizde olmayan bir şey: Görsel bir anlatım gücü.
Film, verem ve aşı ile ilgiliydi. Ancak çocuk aklımla öyle dikkatle izledim ki, o gün öğrendiklerim zihnime kazındı. Meslek hayatım boyunca mikrop, bağışıklık, aşı gibi konuları anlatırken hep o ilk film gözümün önüne geldi.
O gün sinema, sadece bir eğlence değil, bir öğretim aracı olarak hayatımıza girmişti. Görsel anlatımın, insan zihnine nasıl güçlü izler bırakabileceğini o gün öğrendim.
Bazen bir ışık yanar karanlık sınıfta, bazen bir ses değiştirir hayatımızı… Benim için o film, öğrenmenin ve öğretmenin bambaşka bir boyutuydu.
YIRTILAN BOT
İlkokulda dediler ki; ‘okulumuza sinema gelecek, film oynayacak’ film ne, sinema ne hiç tanışmamıştık. Sınıfın birinin pencerelerini siyah perdelerle kararttılar. İki metal daire şeklinde düzeneğin üzerinde film şeritleri vardı. Jeneratör de gelmiş elektrik verecekmiş. Siyah takım elbiseli, kravatlı, zayıf bir adam makineyi çalıştırdı. Makinenin arkasında parlak bir ışık yanıyordu. Adam da makine de benim için öte dünyadan bir yerden gelmiş gibi gizemliydi. Adam arada bir filmi durdurup açıklama yapıyordu. Aman Tanrım! Bir insan böyle güzel konuşabilir miydi? Soru soranları ilgiyle güler yüzle dinliyor, güler yüzle Yanıtlıyor… Keşke bu adam bizim öğretmenimiz olsa. Hem bu adamın film makinesi de var. Hepimiz ağzımız bir karış açık, pür dikkat ilk filmi o zaman izlemiştik, Film verem ve aşı ile ilgiliydi. Öyle ilgiyle izledim ki izlediğim her şeyi öğrendim. İlk kez öğretime görsel bir araç katılmıştı. Meslek hayatım boyunca mikroplar, aşı, bağışıklık kazanma konularını o filmden öğrendiğimle anlattım.
Teneffüslerde erkek öğrenciler en çok sevilen oyun ‘Güvercin Taklası’ oyunuydu. Sekiz kişi ile oynanırdı. İki çocuk kafaları alta, omuzları birbirine yaslanacak şekilde karşılıklı eğilirler, iki yanlarında eğilen çocuklara arkaları dönük şeklide ayakta duran çocukların bel hizalarına kollarını dolayarak kasa şeklinde bir düzenek oluşturulurdu. Diğer dörtlü grup bu oluşan kasadan sırayla takla aşarak oynanırdı. Oyunun durumuna göre eğilen çocuklar biraz dikleşerek öbürlerinin takla aşamamaları için uğraşırlardı. Takla aşamayan grup yatardı. Oyunu izlemesi bile çok zevkliydi bizim için. Sınıfta yaşı büyük olanların oyunları çok zevkliydi ama benim gibi yaşı küçük, kısa boyluları katiyen aralarına almazlardı. Biz de oynardık ama bizimki onlarınki gibi zevkli olmazdı. Oyunu bırakıp yine onları izlerdik.
Yozgat’ın sert kışları, kardan kapanan yolları, büyüklerin kürekle okul yolunu açmaları, tipiyle biriken yerlerde tüneller açmaları artık gerilerde kaldı. Azalan karların altından gözüken madımaklar kırmızı kırmızı uçlar vermeye başlamıştı kar altından. Köyün güneye bakan tepelerinde karlar iyice azalmış, şimdi oralardan çiğdem toplama vakitleri gelmiştir.
Babam kışın giysin diye lastik bot almıştı. Gıcır gıcır botlarımı çok sevmiştim. Herkes soğuk kuyu lastik giyerken ben lastikten olsa da bağcıkları olan bota sahiptim. Az mı ayrıcalıktı benim için? Arkadaşlarla karşı tepelere çiğdem toplamaya karar verdik. Ben zaten tek ayakkabım olan botlarımı giydim. Onlar da cızlavetleri çektiler. Ellerimize ucu özenle sivriltilmiş sopalarımızı alıp düştük yola. Yoldan gidiyoruz. Ara ara karlar var. Karlardan yürüyoruz. Karşı tepelerin yamaçlarına geldik. Başladık gevşeyip çamur olmuş tarlalardan çiğdem toplamaya. Ayakkabılarımıza yapışan bir batman çamurla yürürken, koşuyormuş gibi nefes nefese kalıyoruz. Ayakkabılar çamura öyle bir saplanıyor ki ayağımızdan çıkıyor, çamura çoraplarımızla basmak durumunda kalıyoruz. Bir ara baktım tamamen çamur olmuş botumun bir kenarı hafifçe yırtılmış. Umarım büyümez diye düşünüp çiğdem kazmaya devam ediyorum. Kim çok çiğdem toplayacak yarışı yapıyoruz. Gittikçe yırtık büyüyor. Eve gidince yedek olsa sorun değil de yok. Çiğdem hasadımız bitti köye dönerken kuru bir yer bulup çiğdemleri sayıyoruz. Benimki üçüncü geliyor. Lanet olsun! Birinci de olamadık, bot ta gitti! Eve gelene kadar botun yırtığı tabana kadar geldi, durdu. Ayakkabı ayağımdan çıkıyor. Bir adımı normal, diğer adımı ayakkabıyı yerden sürüyerek atıp yürümeye başlıyorum. Eve yaklaştıkça zaten hep öfkeli olan babamın ne diyeceği sızısı artmaya başladı. Eve girmeden çiğdem kazığımı yere saplayıp bottaki çamurları temizledim. Sopayı yere çarpıp onu da temizledim. Babam daha eve gelmemiş. Geldiğinde botun o içler acısı halini görmemesi mümkün değil. İçeri girince ilk sözü:
“O botların hali ne oğlum evladım?” Olayı olduğu gibi anlattım. Sakince dinledi, O asabi adam seslenmedi iyi mi? Eline bir biz aldı, siyah naylon ipi yorgan iğnesine geçirip ayakkabının yırtık yerini bir güzel dikti. Kızmayınca, dövmeyince; hani boş bir bidonu dolu sanıp kuvvet uygularsınız da bidon havaya zıplar ya onun gibi; dayak yemeyi beklerken boş bidon gibi sevinçten havalara zıpladım ( tabi içimden).
Teneffüs zili çalınca güneye bakan okul duvarına vuran güneşe sığırcıklar gibi dizilirdik. Güneşin vurmasıyla çatıda eriyen karlar saçaklardan şıpır şıpır damlar, etraf çok sıcakmış gibi yerlerden buharlar çıkardı. Samsun Cızlavet ve Samsun Canik lastik ayakkabısı olan çocuklar, yüzeyi parlayan, rugana benzer ayakkabılarını gururla giyer, temizliğini hiç ihmal etmezlerdi. Benim botlar artık darbeli olduğundan duvar dibindeki temiz ayakkabı yarışmasına bile katılamaz hale gelmişti.
Ayakkabıları parlasın, çamurlanmasın diye elleri üzerinde amuda kalkarak gelmeyi düşünecek kadar titiz olanlar vardı. Baharda çamursuz yer olmayan köyde, ayakkabısını hiç çamur etmeden okula gelme başarısını gösterenler vardı. Okula gelirken çamur olan ayakkabılarını küçük su birikintilerinde güzelce yıkayıp okula öyle girerlerdi. Saçaklardan akan su damlaları ayakkabılarına biraz kir bulaştırdı mı hemen ayakkabılarının önünü pantolonlarının arka kısmına silerek parlamasını sürekli kılarlardı. Küçük sınıflardaki koşarak oynayan çocukların sıçrattıkları çamurlar onları çok sinirlendirir, avazları çıktığı kadar bağırır, hakaretleri bir biri ardına sıralarlardı. Eğer o çocuklar onların titizliğini bilseler, ayakkabılarına bolca çamur atsalar, ayakkabıları daha fazla çamur olacak da fiyakaları bozulacak diye o çocukların peşinden katiyen gitmezlerdi.(Samanlıktaki İğne kitabımdan)
ahmet.kocak16@hotmail.com