Sendikacı Veli Beysülen’den Sert Kalem: Enflasyon Gerçekleri ve Sendikaların Sorumluluğu

  • 01 Eylül 2025
Sendikacı Veli Beysülen’den Sert Kalem: Enflasyon Gerçekleri ve Sendikaların Sorumluluğu

Türkiye’de çalışanların ve emeklilerin yaşam mücadelesi her geçen gün zorlaşırken, sendikacı Veli Beysülen kaleme aldığı makalesinde, ekonomik tablonun perde arkasını ve sendikal sorumluluğu net cümlelerle ortaya koydu.

TÜİK Verileri Gerçekleri Yansıtmıyor

Beysülen, Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik tablonun resmi istatistiklerle makyajlandığını belirterek, “Son yıllarda doğalgaz, elektrik ve akaryakıta yapılan fahiş zamlar, Türk Lirası’nın hızla değer kaybetmesi ve artan işsizlik, halkın temel sorunları haline gelmiştir. Ancak TÜİK, piyasa gerçeklerini yansıtmayan TÜFE artış oranları açıklayarak bu tabloyu perdelemektedir” ifadelerini kullandı.

REKLAM ALANI

Satın Alma Gücü Çöküyor

Milyonlarca emekli ve çalışanın, açıklanan resmi enflasyon oranlarına göre belirlenen zamlarla her geçen gün daha da yoksullaştığını vurgulayan Beysülen, satın alma gücündeki reel kaybın derinleştiğine dikkat çekti.

Sadece TÜİK Değil, Masadaki Sendikalar da Sorumlu

Ancak Beysülen, faturayı yalnızca TÜİK’e kesmenin yeterli olmadığını da belirterek, “İster kamu, ister özel sektör olsun, çalışanların ücretlerinin belirlenmesinde, çalışanları temsilen masaya oturan sendikaların rolünü görmezden gelmek büyük bir yanlıştır” dedi. Beysülen, toplu sözleşme süreçlerinde yeterince güçlü bir duruş sergilenmediğini ve bazı sendikaların çalışan haklarını yeterince savunamadığını ifade etti.

Sendikal Mücadele Yeniden Tanımlanmalı

Veli Beysülen’e göre, sendikaların görevi yalnızca masa başında temsiliyet değil, aynı zamanda sokakta, alanda ve kamuoyunda gerçekleri haykırmak olmalıdır. “Sessiz kalmak, işbirlikçi tavır sergilemek, yalnızca iktidarın değil, halkın da vicdanında hesap vermeyi gerektirir” diyen Beysülen, sendikal mücadelenin yeniden diriltilmesi gerektiğini vurguladı.

Beysülen’in bu tespitleri, özellikle reel kayıplar karşısında çaresiz kalan geniş kesimlerin sesi olurken, sendikal dünyaya da net bir mesaj niteliği taşıyor: “Ya görevini layıkıyla yap, ya da bu gidişe ortak olma!”

İşte o yazının tamamı…

BU OYUNU ANCAK ÇALIŞANLAR BOZAR!

Türkiye, son yıllarda yoksulluk, işsizlik, başta doğalgaz, elektrik ve akaryakıt gibi temel girdilerin fiyatlarına yapılan yğksek zamlar ile Türk Lirasının yüksek değer kaybına rağmen, TÜİK’in piyasadaki gerçek enflasyonu yansıtmayan Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) artış oranı açıklamasından dolayı, milyonlarca emekli ile çalışanın satın alma gücünün sürekli gerilediği bir ülkedir.

Elbette kamu veya özel farkı olmaksızın çalışan işçilerin, kamu çalışanlarının (memurlar) ve emeklilerin ücretlerindeki reel erimeyi sadece TÜİK’in açıkladığı düşük enflasyon oranlarına bağlamak, bu ülkede asgari ücret dahil, işçiler ile kamu çalışanlarının ücretlerinin belirlenmesinde çalışanları temsilen masaya oturan sendikaların rollerini gözden kaçırmak olur.

Evet, sonuna yaklaştığımız, 2025 yılının sıcak yaz aylarında yaklaşık 600 bin kamu işçisi, 4 milyon kamu çalışanı (memur) ile onların 2,5 milyon emekli, dul ve yetimini yakından ilgilendiren iki önemli toplu iş sözleşmesi imzalandı. Ve ne yazık ki, iki sözleşme de milyonlarca çalışan ile ailelerini sefalete mahkum edecek şekilde sonuçlandı. Bu iki sözleşmeyi ve sonuçlarını bundan önce yayımlanan, “EMEK MÜCADELESİNDE YENİ BİR ŞIÇRAMAYA İHTİYAÇ VAR!” başlıklı 3 bölümlük yazı serisinde ele almıştım. Dolayısıyla bu yazıda rakamlara fazla girmeden, kamu çalışanlarının sendikal örgütlenmelerinin kısa tarihçesi ile  geçmişi ve toplu sözleşmeyi imzalayan konfederasyon Memur-Sen’in sendikacılık anlayışını irdelemeye çalışacağım.

Maalesef kamu çalışanları için bu yıl sekizincisi imzalanan sözleşme süreçleri birbirinin tekrarı olarak gerçekleşiyor ve sonuçta 4 milyon kamu çalışanı ile emeklileri hüsrana uğruyor. Kuşkusuz bunun en önemli nedeni, her sendikanın kendi üyeleri adına toplu sözleşme imzalama yetkisine sahip olmamasıdır. Zira 4688 sayılı kanuna göre, toplu sözleşme görüşmelerine en çok üyeye sahip üç konfederasyon ile her işkolunda en çok üyeye sahip sendika katılmaktadır. Durum böyle olsa da görüşmeler genelde en çok üyeye sahip konfederasyon ile Kamu İşveren Kurulu (hükümet) arasında geçmektedir. Bu özelliğinden dolayı, görüşmelerde kamu çalışanları sözcülüğü en çok üyeye sahip konfederasyonda, hatta tek başına onun genel başkanındadır. Sıkıntının temel nedeni de budur. Zira tek başına toplu sözleşmeyi bitirme yetkisine sahip olan en çok üyeye sahip Konfederasyon Genel Başkanı, bırakın diğer konfederasyonları, genel başkanı olduğu konfederasyon kurulları ile bağlı sendikalara bile danışma gereği duymadan toplu sözleşmeyi bağlayan protokolü imzalamaktadır.

İlginçtir, gerek 2023 yılında gerekse bu yıl imzalanan iki sözleşme masada anlaşma sağlanamadığı için Kamu Hakem Heyeti tarafından imzalandı. Önceki yıllarda imzalanan sözleşmelere bakınca, mevcut sendikal duruma göre yetkili konfederasyon Memur-Sen’in imzaladığı ile Kamu Hakem Heyeti tarafından imzaladığı arasında bir fark yok.

Peki, milyonlarca çalışan ile ailesini her seferinde sefalete mahkum eden, adı sendika konfederasyonu olan Memur-Sen kim ve 4 milyon kamu emekçisi adına tek söz sahibi olma yetkisine nasıl sahip? Çalışanlar bu konfederasyona bağlı sendikaları neden tercih ediyorlar?

Yakından takip edenler bilirler, Memur-Sen, AKP iktidara gelmeden önce adı sanı duyulmayan, 30 bin üyeye sahip küçük bir konfederasyondu. AKP’nin iktidar olmasıyla birlikte, iktidarın desteğini arkasına alan Memur-Sen kamu çalışanlarını üye yapmaya başladı. Zira iktidarın desteği ve özellikle bürokratların  çalışanlar üzerinde kurdukları baskı sonucu Memur-Sen’e bağlı sendikalar işkollarında en çok üyeye ulaştılar. Yani kamu çalışanları, 1990’lı yıllarda tüm engellemelere inat örgütlenirken, “Memurun sendikası mı olur?” diyen ve sendika hakkı mücadelesi için kentlerin en işlek sokak, cadde ve meydanlarına çıkan ve polisin saldırılarına maruz kalan kamu çalışanlarını çalıştıkları kurumların pencerelerinden seyreden kamu çalışanlarının, 1995 yılında yasal düzenleme yapıldıktan sonra kurdukları sözde sendikalar ve onların birleştikleri sözde konfederasyondur Memur-Sen. Sanıyorum konuya açıklık getirmek için Türkiye’de kamu çalışanlarının örgütlenme seyrine kısaca değinmekte yarar var:

Aslında Türkiye’de 1961 Anayasası kamu çalışanlarına sendika hakkı tanımış ve bu hak 1965 yılında yapılan kanun düzenlemesi ile 1971 yılına kadar kullanılmıştı. Kuşkusuz bu sendikaların en önemlisi, 1968, 1969 ve 1970 yıllarında direniş ve eylemlerle zamanın iktidarını sarsmış kısa adı TÖS olan Türkiye Öğretmenler Sendikasıydı. Ancak 1961 Anayasası’nın kamu çalışanlarına tanıdığı sendikalaşma hakkı, 12 Mart 1971 darbesinden sonra yapılan anayasa değişikliği ile anayasadan çıkarılmıştı. 12 Eylül darbesinin ardından yapılan 1982 Anayasası’nda ise, kamu çalışanlarının sendikal hakları yönünden açık bir ifade yer almamıştı. 1980 sonrası dünya geneline paralel olarak esnek ve güvencesiz çalışma biçimlerinin Türkiye’de uygulanmaya konması ve kamu çalışanlarının güvenceli çalışmalarını sağlayan 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun üzerinden atlanarak, güvenceli çalışmayı ortadan kaldıran farklı çalışma biçimlerinin uygulanmaya konmasına karşı mücadele etmenin tek yolu sendikal örgütlenmeydi. Bu şiarla yola çıkan, yoğun baskı, sürgün, cezalandırma ve güvenlik birimlerinin hukuksuz tabela indirmelerine rağmen geri adım atmayan ve birçok işkolunda sendikalar kuran kamu çalışanlarının bu sendikaları, Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu (KÇSP) adı altında bir yandan eylem etkinlikler yaparken, diğer yandan hızla örgütlendiler. Bu yoğun mücadele sonucu, 1995 yılında Anayasanın 51. maddesindeki “işçiler ve işverenler” ibaresi, “çalışanlar ve çalıştıranlar” şeklinde değiştirildi. Böylece kamu çalışanlarının sendikalaşmasının önü açılmış oldu. Anayasa 1995 yılında değiştirilip, kamu çalışanlarına sendika hakkı tanınsa da sendikaların yapısı ile toplu sözleşme hakkını kullanabilmelerine ilişkin esaslar, 2001 yılında çıkarılan 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme Kanunu ile düzenlendi. Ancak ilk yıllarda sadece toplu görüşmeler yapılabiliyordu.

Tüm baskılara inat, kamu çalışanlarının sendikalaşmasının öncülüğünü yapan Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu, 1995 yılında Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) adını alarak yoluna devam etti. AKP’nin iktidar olmasıyla kamu çalışanları baskı yoluyla yandaş konfederasyona üye olmaya zorlandı. Bu nedenle 2010 anayasa değişikliği ile tanınan sözde toplu sözleşme yapma yetkisi bu yandaş  konfederasyona geçti. 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları ve Tolu Sözleşme kanunun dayattığı hangi sendikaya üye olunacağına dair düzenlemelerin yanı sıra, hükümet ile kurum yöneticilerinin müdahaleleriyle çalışanlar yandaş sendikalara üye olmaya zorlandılar. Böylece iktidar tarafından kollanan konfederasyon Memur-Sen çalışanların baskıyla üye olmak zorunda kalmaları ile en çok üyeye sahip konfederasyon hatta onun genel başkanı tek yetkili oldu. Böylece çalışanın üye olacağı sendikanın belirlenmesine kadar, her aşamasında hükümetin (iktidarın) belirleyici olduğu sendikacılık anlayışı, hakim oldu. Tabii  buna sendikal anlayış demek ne kadar doğru onu da ayrıca tartışmak gerekir.

Kuşkusuz, sendikal literatürde her sendikanın kendi üyesi adına işverenle görüşme, üyelerine menfaat sağlayan protokol ve toplu sözleşme imzalama hakkı vardır. Öte yandan, çalışanlara grev hakkı tanımayan 4688 sayılı sendikalar kanununa, sendikakar kanunu denir mi onu da tartışmak gerekir. Zira sendikalar ve toplu sözleşme kanunu denen bu kanun kamu çalışanlarına hak almanın en önemli aracı, grev hakkını tanınmamıştır. İlginçtir; çalışana grev hakkı tanımayan bu zihniyet, yıllardır grev yapma imkânı olmayan emekliler sendika kuramazlar diye emeklilerin sendika hakkını engellemeye çalışıyor. Yani çalışana grev hakkı tanımayanlar, emekliye senim grev yapacak işin yok,dolayısıyla sen sendika kuramaz ve üye olamazsın demektedir.

Evet, tüm bu nedenlerle, bu yıl sekizincisi imzalanan toplu sözleşme sürecinin başlangıcından bitişine tam bir orta oyunu oynanıyor ve her seferinde süreç fiyasko ile sonuçlanıyor.

Yukarıda belirttim sözleşme masada bitmedi. Aslında bitmedi değil bitmemiş gibi yapıldı ve Memur-Sen sözleşmeyi Kamu Hakem Heyeti’ne götürmeyeceğini açıkladı. Kuşku yok ki, bu da hazırlanmış mizansenin bir parçasıydı. Zira Memur-Sen kendisi Hakem Heyeti’ne gitmese de hükümetin masada oturan temsilcisi Kamu İşveren Heyeti’nin gideceğini biliyordu. Nitekim Kamu İşveren Heyeti toplu sözleşmeyi Kamu Hakem Heyeti’ne taşıdı.

Böylece hükümet ile yandaş konfederasyonun oynadıkları ortaoyununda son sözü, üyelerinin 7’si yürütmenin başı Cumhurbaşkanının atadığı üyelerden oluşan, Kamu Hakem Heyeti söyleyecekti. Tabii bunun için öncelikle 11 üyeden oluşan heyetin ilk toplantısının en az 8 üyenin katılımı ile yapılması gerekiyordu. Zira heyetin 4 üyesinin 2’si ençok üyeye sahip konfederasyonca belirlenirken, diğer 2’si ise 2. ve 3. Sırada yer alan konfederasyonlarca belirleniyor. Buna göre konfederasyonların belirlediği üyeler toplantıya katılmadıkça 8 üye toplantıya katılmış olmayacak ve toplantı başlamayacaktı. Dolayısıyla sözleşme görüşülmeyecek, zam oranları bütçe işe belirlenecektir. Ancak sözleşmeyi Hakem Heyeti’ne taşımayan Memur-Sen ile arkasından gelen Kamu-Sen, kendilerine biçilen rol gereği toplantıya katıldılar ve heyetin sözleşmeyi hükümetin, ekonomi politikasına uygun şekilde bitirmesine katkı verdiler. Böylece masaya büyük iddialarla oturan Memur-Sen, iktidarın, aileleri ile birlikte, yaklaşık 20 milyon insanı sefalete mahkum etmesinin ortağı oldu.

Kısacası, iktidar tarafından büyütülmüş, bu büyümenin diyetini milyonlarca insanı sefalete mahkum ederek ödeyen konfederasyonla, hükümetin oynadıkları orta oyunu, ancak çalışanların yandaş konfederasyona bağlı sendikalardan istifa etmeleri ile bozulur!

Veli Beysülen

ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ