Politik Barbarlık: Sürgünler, Tanklar ve Kıyıdaki Direniş

Hasan Kaya – Bursa Vatan Medya Grubu Köşe Yazarı
1997–2001: Hafızanın Karanlık Raflarında Unutulmayan Yıllar
28 Şubat süreciyle başlayan postmodern darbe döneminin izleri, bugün hâlâ hafızalarda tazeliğini koruyor. Halkın iradesiyle seçilen Refah-Yol Hükümeti, medya destekli bir senaryo eşliğinde tasfiye edildi. Laiklik maskesi altında meşru siyasete yöneltilen baskılar, fişlemeler, sürgünler ve medya manipülasyonlarıyla bir “barbarlık dönemi” başlatıldı.
Toplumun Her Katmanına İşleyen Sistematik Zulüm
İmam Hatip liselerine uygulanan kontenjan kısıtlamaları, başörtüsü yasakları, görevden alınan 1161 kamu yöneticisi… Sadece bir ideolojiyi hedef almadı bu süreç; hukuku, vicdanı ve insan onurunu da yerle bir etti.
Ekonomik Felaket ve Sessiz Kalan Siyasetçiler
O dönemki ekonomik çöküş ve yönetim zaafları, halkın sırtında ağır bir yük olarak kaldı. Anayasa kitapçığının fırlatıldığı, doların ve enflasyonun kontrolden çıktığı yıllarda, “demokrasi savunucuları” sessizdi. Bugün özgürlük naraları atan kimi isimler, o zamanlar ya sustu ya da olanları alkışladı.
Bir Sosyal Medya Paylaşımıyla Gelen Hafıza Tetiklenmesi
Köşe yazarımız Hasan Kaya, çeyrek asır önce sürgün edilen bir arkadaşının sosyal medya paylaşımıyla o döneme geri döndü. O günlerde sadece belediye başkanı dayısının parti değiştirmesi nedeniyle “cezalandırılan” bu kişi, bugün torun büyütüyor ama içindeki kırgınlık ve hayal kırıklığı hâlâ taze.
Sessiz Dönüşümler, Sessiz Mazlumlar
Bugün artık tanklar yok ama algoritmalar daha acımasız, fişlemeler dijital ortamda, zulüm daha görünmez. Siyasi makamlara sızan ikiyüzlü figürler geçmişin mirasını sürdürüyor.
Unutmak İnkâr Etmektir
Hasan Kaya’nın ifadesiyle:
“Mazlumlar unutmadı. Çünkü unutmak yalnızca inkâr değildir—yeniden yaşanmasına zemin hazırlar.”
Bugünün Sessizliği, Dünün Tank Gürültüsünden Farklı mı?
28 Şubat’ta susanların bugün özgürlük savunucusu pozlarına bürünen halleri, bir vicdan muhasebesi gerektiriyor. Zulüm sadece bir dönemin değil, her çağın ortak imtihanı.
“Allah mazlumun yanındadır” diyerek…
Bu yazı, geçmişe bir ağıt değil; geleceğe bırakılmış bir ikaz niteliğinde.
İşte o yazı…
Politik Barbarlık: Sürgünler, Tanklar ve Kıyıdaki Direniş
1997–2001: Hafızanın karanlık raflarından yankılanan bir dönemin izleri
1997–2001… Yılları sadece dört rakamdan ibaret değil; bir dönemin utancı hâlâ boğazımızda düğümlü. Kimine göre “demokrasiye balans ayarı,” kimine göreyse faşizmin kristalleştiği, halkın ve haklının pul kadar değeri olmadığı yıllar…
28 Şubat süreci, halkın helal oylarıyla seçilen Rahmetli Başbakan Erbakan’ın tiyatral bir senaryo eşliğinde, barbarca tasfiyesiyle başladı. Medyanın Müslüm–Fadime vakası üzerinden kurduğu manipülasyon zemini, “laiklik karşıtı olayların odağı olmak” yaftasıyla partileri kapatma sürecini besledi. Fişleme, sürgün, istihbarat—hepsi bu postmodern darbenin enstrümanlarıydı. Zulüm o zaman kişisel değildi; sistematikti. Her köşeye yayılan fişlemeler, belgelenmeden mimleme kültürüyle toplumun damarlarını zehirledi. Muhbirlik, siyasetin yeni dili hâline geldi. Ve çoğumuz o günler yaşadık, bazılarımızda sadece izledi.
Eğitim alanı da “çağdaşlık” naralarıyla kıyıma uğradı. Sırf İmam-Hatip Liselerinin önünü kesmek için alt yapısı hazırlanmamasına rağmen 8 yıllık kesintisiz eğitime geçildi. Üniversitelerde başörtülü öğrenciler okul kapılarında aşağılandı. 1161 il, ilçe ve şube müdürü pozisyonunda yönetici bir gecede görevden alındı; yerlerine tecrübesiz, yetkinliği olmayan isimler getirildi. Kamu görevlileri inançları nedeniyle sürüldü. Bugün özgürlük savunucusu olduğunu iddia edenlerin çoğu o günlerde ya üç maymunu oynayıp sessiz kaldı ya da alkışlarla bu kıyımı onayladı.
Ekonomik yıkım da bu iklimin doğal uzantısıydı. Anayasa kitapçığının fırlatıldığı, enflasyonun zirve yaptığı, ANASOL-D ve ANASOL-M hükümetlerinin körlüğü çözüm diye sunduğu yıllardı. Bugün methiyelerle anılan kimi siyasetçilerin o dönemki suskunluğu hâlâ hesap veremeyen bir boşluk gibi duruyor. Hüsamettin Özkan, Kemal Derviş gibi isimlerin açtığı toplumsal yaralar hâlâ dolaşımda.
Bir sosyal medya paylaşımıyla döndüm o yıllara. Çeyrek asır önce, belediye başkanı olan dayısının parti değiştirmesi nedeniyle sürgün edilen arkadaşım… Bugün emekli, torun büyütüyor. Ama paylaşımındaki “PKK’lılara mı kadro açıyorsunuz?” cümlesiyle içimde eski sisler dolaşmaya başladı. Oysa mazlumdu. Sürgüne gönderildiğinde belki suçu, diğer mağdurlar gibi milliyetçi-muhafazakâr bir kimliğe ya da İmam-Hatip geçmişine sahip olmak değildi—yalnızca parti değiştiren bir belediye başkanının yeğeni olmaktı. Ama duruşu belliydi; inancı, söylemi, tavrı, pusulasını milliyetçi-muhafazakâr değerlerde sabitlemişti.
Bu söz, geçmişteki duruşuyla örtüşmüyordu. Aradım. Emekli olmuş. Torun büyütüyormuş. Bir zamanların bıçkını, şimdi yaşanmışlığın hırpaladığı sessizliğin içinde yaşıyor. Ne tam suskun ne tam öfkeli; siyasal gelgitlere karşı içten ama sessiz bir tepki taşıyor. Bu dönüşüm yalnızca yaşla açıklanamaz; bu, yarım kalmış hayallerin, kıyıya vuran kırık omurgaların hikâyesiydi.
Bugün özgürlük talepleriyle sokaklara dökülenlerin, o karanlık günlerdeki suskunluğu siyaseten etik olarak mutlaka sorgulanmalı. O gün tankların gürültüsüne susanların, bugün özgürlük naraları atması sorgulanmadan geçilemez. “Sincan’daki tankları da mı görmediler?” diyenler, şimdi hak, hukuk, adalet söylemleriyle sahnede. O yüzden bugün ne dediklerine değil, dün ne yaptıklarına bakıyorum. Onun içinde netleşen iki yüzlü duruşları nedeniyle hiç güvenmiyorum.
Bayram değil, seyran değil… Türkiye gündemi kasırga gibi savrulurken, Gazze’de gözyaşları dinmemişken, bu paylaşım beni çeyrek asır öncesinin 28 Şubat soğuğuna götürdü. O gün sürgüne gönderilen bu arkadaşım bugün kırgın ve kızgın. Yaşananlar sadece tarihsel bir kayıt değil; kolektif bir vicdan yükü. Hâlâ o günleri omuzlarda taşıyoruz ama bugün yaşanan siyasi savrulmalara, zalimlikte 28 Şubat paşalarına özenen sözüm ona günümüz siyasetçilerine bir itirazdı.
Bugün tank sesi yok belki. Ama sürgünler daha sessiz, daha kompozit, algoritmalar daha acımasız. Kasaba politikacıları zalimliği miras aldı. Fişlemeler artık dosyalarda değil, dijital gölgelerde dolaşıyor. Zübükzade kılıklılar, siyasi partilerin makam odalarına sızdı; zulüm artık jilet gibi değil, sinsi bir rutubet gibi işliyor. Mazlumlar değişmedi—yalnızca daha sessiz, daha derinden konuşuyorlar. Suyu bulanıklaştıranlara inat, hatırlıyor ve hatırlatıyoruz.
Zalimin zulmü varsa, mazlumun da Allah’ı var. Bu söz bir dönemin ağıtı değil yalnızca; gelecek zamanlara bırakılmış bir ikazdır. Sincan’daki tank izleri hafızanın kıyısına saplandıysa, sürgün edilenlerin, görevden alınanların duası hâlâ suyun altında yankılanıyor.
Bugün torun büyüten dostumun söylediklerinde eski sis hâlâ dolaşıyor. Zulmedenlerin isimleri pas tuttu; partilerinin tabelaları sessizliğin gölgesine gömüldü. Ama mazlumlar unutmadı. Çünkü unutmak yalnızca inkâr değildir—yeniden yaşanmasına zemin hazırlar. Hafıza kıyı kıyı akar; unutanın vicdanı kurur.
Mazlumun sabrı, zalimin gölgesini aşar. Ve kıyıya çektiğimiz herhangi bir yaşanmışlık taş gibi bir duanın yankısıdır: Hem suskun bir huzur… Hem direnen bir isyan.
İçimizi ısıtan manevi bir ikaz: “Üzülme Allah bizimle beraberdir.” “Allah zalimleri sevmez.”