Ahmet Koçak Yazdı: “Tandıra Ağlayan Vasfi Bey” — Modern Hayatın Yorgunluğundan Köyün Tertemiz Yalnızlığına

  • 08 Temmuz 2025
Ahmet Koçak Yazdı: “Tandıra Ağlayan Vasfi Bey” — Modern Hayatın Yorgunluğundan Köyün Tertemiz Yalnızlığına

Bursa Vatan Medya Grubu köşe yazarı Ahmet Koçak, kaleme aldığı etkileyici yazısında pandemi süreciyle birlikte hayatın akışı değişen emekli cerrah Vasfi Bey’in içsel yolculuğunu ve köy yaşamına dönüşünü çarpıcı bir dille anlatıyor. Koçak, “Köyden İndim Şehre”nin adeta tersine döndüğü bu hikâyede, yalnızca bireyin değil, bir toplumun unutulmuş değerleriyle yüzleşmesini de gözler önüne seriyor.

Pandemiyle Gelen İzolasyon ve Hayal Kırıklıkları

Koronavirüs salgını sonrası getirilen 65 yaş üstü sokağa çıkma yasaklarıyla eve hapsolan Vasfi Bey, hayatının konforlu ama bir o kadar da duygusuz akışına ara vermek zorunda kalıyor. Yurt dışı tatil planları iptal, sahil hayalleri çöpe gidiyor. Hayatındaki tüm gösterişli rutinler bir anda anlamsızlaşıyor.

REKLAM ALANI

“Ay, bana köy deme Vasfi!”

Eşinin köy fikrine karşı gösterdiği alaycı ve yapay tepki, modern insanın doğayla ve kökleriyle bağının ne kadar kopmuş olduğunun bir sembolü gibi. Üç artı bir dairesinde sosyal medyanın filtresizliğine bile tahammül edemeyen bu kadın, doğduğu topraklara özlemle yönelen Vasfi Bey için artık yabancı biri haline geliyor.

Tandırın Gıcırtısında Saklı Hatıralar

Doğduğu köye giden Vasfi Bey, baba evinde annesinin tandırda yufka pişirdiği görüntüyle çocukluğuna geri döner. O an, sadece bir nostalji değil; insanın geçmişiyle yüzleşmesi, hayatın gerçek anlamını yeniden bulmasıdır. Koçak’ın “Tandıra Ağlayan” benzetmesi, modern çağın ruhsal kayıplarını kısa ama etkileyici bir metaforla yansıtıyor.

Bir Toplumsal Eleştiri

Yazı sadece bireysel bir hikâye anlatmıyor; şehirleşmenin, yapay mutlulukların, gösterişli yaşamların ardında bırakılan değerleri, köy yaşamının sadeliğiyle karşılaştırıyor. Vasfi Bey’in iç sesi, aslında toplumun bastırdığı bir vicdan çığlığı gibi yankılanıyor: “Biz ne zaman bu kadar yabancılaştık kendimize?”

Ahmet Koçak, bu yazısıyla okurunu hem güldürüyor hem düşündürüyor. Mizahın içine sızdırdığı ince hüznüyle, sadece bir karakteri değil, bir dönemi, bir dönüşü ve kaybolan bir ruh halini anlatıyor.

VASFİ BEY -1
Vasfi Bey emekli bir genel cerrahtır. Mart ayını altmış beş yaş üstüne getirilen sokağa çıkma yasakları nedeniyle evinde geçirir. Yaz tatilini yurt dışında gezi ile değerlendirmeyi düşünürken Korona virüs salgınının azizliğine uğrar ve ev hapsine girer. Nisan ayı sonunda Akdeniz’deki yazlığına gitmeye hazırlanırken gidememiş, gitse de denize giremeyeceği için onu da ertelemiştir. Özel izin alır, siyah Audi’sine binerek doğduğu köye gitmek ister. Karısını da götürmek ister. Önerir. Üç artı bir daireye yetecek boya ile yüzüne ancak bakılan sosyete karısı, makyajsız kırış kırış yüzünü Vasfi’ye dönerek: “Ay! bana köy deme Vasfi. İyyyy!” diyerek hala genç kızmış gibi kırıtarak öneriyi reddeder.
Köyüne gelen Vasfi Bey, baba evini köyden kızlara temizletip onlara harçlıklarını dağıttıktan sonra Köyden İndim Şehre filminin ters versiyonu olan köy yaşamına başlar. Sekide otururken çobanlık yapan babasını, kardeşlerini, cefakâr annesini anımsar. Evde un bitmiş iki gündür bir şey yiyemeyen ailesi kendisinin değirmene eşek sırtında kelete öğüterek getirmesini dört gözle beklemektedirler. Annesi getirdiği undan ekmek yapmaya başlar. Yaptıkça iki günlük aç midelerce bitirilişini anımsar. Tandırlığa girer. Eskimiş ağaç kapısını gıcırtılar arasında aralar içeri bakar. Sıcak yufka kokusu gelir burnuna. Tandırlığa bakıp ağladığını Kızılderililer görse adın “tandıra ağlayan” koyarlardı.
Sabah çocukluğundaki gibi çökelek ekmekle kahvaltısını edip kırlara gezintiye çıktı. Düztepe’ye kadar yürüdü. Yüksek olan Düztepe sanki biri üst tarafından kesip atmış gibidir. Çocukken bir koşuda çıktığı zirveye yarım saatte, soluk soluğa çıktı. Yanında ders kitapları olur hep onları okurdu. Oturunca etrafında ders kitaplarını aradı. Sanki o kadar yıl onca şey yaşamamış, çocuk Vasfi bu tepenin başından hiç gitmemişti.
Babası yirmi dönüm tek tarlayı biçmeye gitmiş, köyün sürüsünü ilkokul beşe geçtiği yaz tatiline kendisine bırakmıştı. Köylülerin “parmak kadar çocuğa sürü telim edilir mi? Koyunların başına bir şey gelirse görürsün” homurdanmaları arasında otlattığını anımsadı. Kaletepe’de oturup kitaplarını okurken yanına köyde durumları iyi olan, ilkokul beşi geçen yıl bitirmiş Kadir geldi. Kadir; hırçın, acımasız, geçimsiz bir çocuktu. Gördüğü yerde onu sıkıştır, döverdi. Huysuzun sataşmak için bahaneye gereksinimi yoktu. Öğretmeninin sorduğu matematik sorusunu bilemeyen Kadir’e kızan öğretmeni alt sınıfta okuyan Vasfi’yi çağırtıp aynı soruyu sormuş, Vasfi doğru yanıtlayınca Kadir’e birkaç şamar attırmış, o günden sonra Vasfi’ye düşman olmuştu. Derslerde çok aktif ve başarılı olan Vasfi’yi kıskanır bir bahane uydurur döverdi. Sadece onu değil, diğer gariban ailelerin çocukları da Kadir’ in hışmından nasiplenirdi. Ruh sağlığına kurt düşmüş, vın gır vın gır kaynayan Kadir, arkası olanlara pek bulaşmazdı. Bu konuda çok bilinçli, seçici biriydi.
Soluk soluğa, yabani hayvan gibi nefes alan, burnu kavlak, dudağı yarık ve yalama Kadir: “Ne oturuyorsun ulan? Millet size kitap okusun diye mi hak (Harman zamanı bekçiye, çobana, imama verilen buğdaya verilen ad) veriyor? Koyunları gütsene!” diyerek sebepsiz yere kendisini dövmeye başladı. Kurtaracak kimse de olmayınca yoruluncaya kadar, enine konuna iyice dövdü Vasfi’yi. Çoktan beri ağız tadıyla dövemediği, araya girenlerden dolayı hevesi kursağında kaldığını düşündüğü Vasfi’yi iyice benzettiğine kanaat getiren Kadir, tepeden aşağı doğru inerken kendisi tatmin olsa da sopasının tatmin olmadığını düşünerek yerdeki taşlara vurup yuvarlayarak gözden kayboldu.
Çok acılar çektiği, günlerce topallayarak yürüdüğü o dayağı anımsadı Vasfi. Sopanın değdiği kaba etlerinin bunca yıl sonra acıdığını hissetti. Kaba etler bile yediği darbeleri unutmuyordu. Köy yerinde kimsesiz ve fakir isen el sürgücü olursun; gelen vurur giden vurur.
‘ İti an çomağı hazırla’ misali seksen yaşındaki Kadir, Vasfi’yi tepede görmüş, yukarı doğru tırmanmaya başlamıştı. Altmış beş yıl sonra elinde kalın sopa ile yukarı çıkışını izlerken; “şimdi bu şerefsiz beni yine dövmesin?” diye düşündü ve acı acı gülümsedi. Yerden bir ot koparıp dişleri ile dış kabuğunu kırparak çöpünü ağzına alıp döndürerek takma dişleri ile ezmeye başladı.
İlkokulu bitirdiği sene köy enstitüsü mezunu öğretmeni Fazlı, çalışkan Vasfi’nin ziyan olmaması için yatılı öğretmen okulu sınavlarına sokmuş, yol parasını da kendi cebinden ödemişti. Vasfi girdiği sınavı kazanmıştı. Babası, kabarıp kendisine çobanlıkta yardımcı olacağını düşündüğü oğlunun okulu kazanmasına hem üzülmüş, hem sevinmişti. Sevinmesinin nedeni; evden bir boğazın eksilmesiydi.
Yedi yıl yatılı okuyup öğretmen çıkan Vasfi ilk maaşı ile kardeşlerine oyuncaklar almak yerine bolca un almış, ailesinin aç kalmamasını garantiledikten sonra görevine gitmişti. Bir yıl çalışmasının ardından üniversite sınavlarına girdi. Ankara’da Tıp Fakültesi’ni kazandı. Başbakanlık bursu ve geceleri bulduğu işlerde çalışarak hem okudu, hem ailesine yardım etmeye devam etti. Uzmanlık sınavlarını da verdikten sonra genel cerrah oldu.
Köyüne her yıl izninde gelir; “lan arhadaş, bizim sıpaları balınan gaymanan besledik heç biri ohuyamadı. Yavan ekma bile bulamayan çoban Hilmi’nin sıpası okudu iyi mi?” sızlanmalarını duyar, duymazlıktan gelir, kıskançlıktan çatladıklarını görürdü. Hiçbir köylüsü; “Uzayan kol bizden yana olsun, Aferin Vasfi’ye!” demeseler de o köylülerine sağlık konusunda hep yardım ederdi. Köye geldiğinde hepsini muayene eder, hastanedekinden daha çok yorulurdu.
ahmet.kocak16@hotmail.com

ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ